Kimi ne kadar iyi tanıyabiliriz; kendimizi bile doğru düzgün tanıyamamışken? Her insan, yaşadığı sayısız anda biriktirdiği farklı deneyimlerle bambaşka bir varlık aslına bakılırsa. Bireysel hikayelerimizin çeşitliliği bir yana, bir yandan da ülkelerimizin bizde biçimlendirdiği kimlikler var. Tasarlanmış ve dayatılmış olanın dışındaki bir paye, kendiliğinden bize damga vuran bir ortaklık sözünü ettiğim. Kaotik ülkelerde, trajedisi olan coğrafyalarda yaşayanlar var bir yanda, bir yanda da daha sistemli, daha yalın hayatlar. Bu yüzeydeki görüntü kuşkusuz; Derinlerde olan, çok daha karmaşık içsel süreçlerle gelişmiş bir şey… Her bir coğrafyanın farklı bir ruhsal iklimi, kültürel renklerinin sadece onu içselleştirmiş olanlara mahsus ince duyumları, değişik insan topluluklarının özgün tarihlerinin yarattığı farklı derinlikler var. Geçmiş kuşaklardan devraldığımız ruhsal birer mirasa sahibiz hepimiz.
Bunların ayrıntılarını en çok da edebiyatçılar hissettirir bize. Yunanistan’da dolaşırken mesela, bir manzaraya bakıyorsun ve birden Elitis beliriveriyor. Otlar,taşlar, manzaranın insanın içine saldığı genel ruh hali Elitis’in dizelerinde biçim bulmuş, satır aralarında fısıldanan o gizemli şey, bir görsellik olarak duruveriyor sanki karşında. Sonra birden Kazancakis, Ritsos, Seferis…
Hasan Ali Toptaş’ın son romanı “Kuşlar Yasına Gider”le birlikteyim son günlerde. O çarpıcı ve derin içtenlikte ilerlerken geçmişte bir yabancı olarak beni sersemleten bir kültürde yol alıyor, Anadolu insanının ruhsal coğrafyasının izlerinde yürüyorum sanki. Yazarın derin kavrayışının bir esintisi yalnızca benim hissedebildiğim. Bu bile büyük bir aydınlanma yaratabiliyor ve bir heyecanla dolduruyor içimi. Bir iç sızısı belleğimi kışkırtıyor; tam da bu işte diyorum.
Avrupa ülkeleri bazen sıkıcı gelir bana. Her şey kontrol altında gibidir. İnsan, hayat hikayesini bilir sanki oralarda. Kaos ise sürprizlerle doludur. Kaos hem kötülük hem de mucizevi bir güzellik doğurabilir. Hayattaki olası sayısız kombinasyonun oluşturduğu bir piyango gibidir biraz da bu…
Türkiye böyle bir yer… Bir kaos ülkesi… Türkiyeli arkadaşlarımın anılarını dinlerken iliklerime kadar ürperiyorum bazen. Oradan oraya savruluşlar, en diplere çöküp sonra en yukarılara doğru yükselmeler. İnsanın başına her an her şeyin gelebileceği duygusunu hissettiriyor insana. Şimdilerde bu yaratıcı kaos; baskıcı, monolitik, anakronik bir rejimle değiştirilmeye çalışılıyor.
Politik ve kamusal alandaki sayısız düş kırıklığı insanın yaşama sevincini, bir biçimde var olma mücadelesini elinden alamıyor. Bütün yaşanan kötülüklere rağmen değişimi çağıran ve iyi olasılıkları da içinde taşıyan bir dinamik söz konusu. Türkiye’de bunu gözlemlemek biraz olsun içine su serpiyor insanın.
Kıbrıslılar olarak sömürgeci politikalara karşı çıksak da Türkiye’ye yüzümüzü dönmemiz mümkün değil. En önemli iletişim, kızdığınla, seni mağdur ve mutsuz edenle kurman gereken iletişimdir. Bunu kurmadığımız zaman intikamcı, kör bir şiddete savruluyoruz. Fiziksel olması gerekmez bu şiddetin, ruhsal ve sözel olan da aynı derecede yıkıcıdır.
Dünyayı sarsan bunca kabus içinde Cenevre’de Mont Pelerin’de bir büyü yapılmasını bekliyoruz. Bir kazanda sihirli bir iksir pişiriliyor sanki ve onu içip barışa ulaşabileceğiz.
Denklem çok karmaşık oysa. Bunca yılın ruhsal, duygusal mirası var bir yanda. Kazanda neler yok neler. Sayısız kaygı ve korkular, birbiri ile çatışan çıkarlar, bazı kirli ve karanlık hesaplar, geçmişten devralınmış kırgınlıkların yarattığı huysuzluklar, her bir bireyin hasas noktası, her an basılması olası bam telleri…
Görümecilik sanatına vakıf arabulucular bütün bunları ve bunlarla nasıl başaçıkılacağını biliyorlardır sanırım.
O kazandan göklere yükselecek beyaz bir güvercin mi çıkacak yoksa kazan büyük bir gürültüyle patlayıp hepimizi perişan mı edecek; bilemiyoruz şimdilik.
Türkiye’de “Hayır” kampanyası yükselirken bizim kalplerimizdeki “Evet” bu büyük “Hayır”la buluşuyor aslında. Bu “Hayır” bizim “Evet”imizin annesi sanki. Yıkıma “Hayır” derken, barışa “Evet” demek gibi…