Kuzey Kıbrıs’tan yeniden canlanan göç dalgası, son dönemde en çok duyduğumuz olguların başında gelmektedir. Sosyo ekonomik şartların giderek ağırlaşması yanında, baskı ve müdahalelerle istikrarsızlaştırılan demokratik düzenin yarattığı daralma ya da sıkışma, alternatif yaşam alanı arayışlarını artırmakta olduğu bir gerçektir.
Dünyanın, pandemi sonrası girmiş olduğu ekonomik durgunluk yanında, ABD’nin yeni küresel hegemonya projesi ile Rusya’yı Ukrayna savaşına çekmesi, Rusya’nın kendi bölgesel egemenliğini yeniden kurmak adına bu davete olumlu cevap vermesi, dünya ticaret ağının ciddi anlamda etkilemiş, dünyada gıda sorunu yeni ve büyük bir konu haline gelmiştir. Bugün Ukrayna aynen Suriye gibi istikrarsızlık alanına dönüştürülerek, kontrollü savaş ortamında güçlü devletlerin oyun alanı haline getirilmiş görünüyor.
Dünyayı 70’lerden itibaren domine eden “tek akıl” neo-liberal dönemin kırılmaya başladığı ve alternatif sosyal arayışlara kapı açılmaya başladığı süreçler ise aşırı otoriterleşme ve anti demokratik uygulamalarla karşılık buluyor. Zaten neo-liberalizmin demokrasiyi var etme, sosyal devleti talep etme gibi bir derdi asla yok. Karar verme süreçlerinin ağırlıkla ekonomik güç gruplarında olduğu bu kırk yıllık dönem, dünyanın ve ülkelerin siyasi yönelimlerinin de şekillenmesini beraberinde getirdi. Burada halk, karar süreçleri, katılım, çoğulculuk, ortak akıl, çok seslilik gibi toplumların ve bireylerin yönetime dahil olma, kendi farklı görüşlerini dile getirme dinamikleri, mekanizmaları yerini “tek adam”ların iki dudağının arasına kilitledi. Popülizm dönemin siyaset anlayışının görünürü, Otokrasi ise gerçekliği haline getirildi.
Ülkemizdeki durum, bu gelişmelere paralel siyasi ve yönetsel beceriksizlikler, hareket alanı oldukça dar olan ekonomik ve sosyal gelişmemizi daha da bozarak, içinde bulunduğumuz gerileme süreçlerini tetikledi. Bir siyasal alanda, siyasete olan güven çok düşük, siyasetin değiştirme gücüne olanan inanç az ve seçimlere katılım oranı giderek azalıyor, boykot eğilimleri yükseliyorsa, o noktada durup, neden- sonuç ilişkisi kurmamız gerekir.
UBP’nin bu noktada günahı büyük, ancak UBP kadar bu zihniyeti zorla hükümette tutanları sorgulamak, eleştirmek, bu kabul edilemez gidişin sorumluluğunu doğru adreslere yönlendirmek çok mu zor ? Bu durum siyaset dinamiğini yok etmez ? Dönüştürücü gücünü azaltmaz mı?
Kuzey Kıbrıs’taki en büyük tehlike “var olan koşulların normalleştirilmesi”dir. Sürekli müdahale ile Kıbrıslı Türklerin hak ve çıkarlarını ötekileştirerek, bir “alt yönetim” olarak sınırlı alan içerisinde yaşam döngüsüne sokulmaya çalışılmasıdır. KKTC’yi bir devlet kurgusu içinde ele alıp, insanlarımızın sorunlarını gidermek adına, bu sınırlar içerisinde dönüştürücü sosyal, siyasi ve ekonomik çözüm arayışlarına girişmektir. Sol, demokrat, çözüm yanlısı kesimlerin, hükümette olma ve dönüştürücü olabilme kapasitesinin, bu sınırlar içerisinde ne düzeyde olabileceğinin tarihsel örnekleri çoktur. Kavga durmaz, direnme sonuna kadar sürer, ancak içerik ve kavramsal olarak iktidar ile hükümet etme olgusu arasındaki derin farkı gözeterek siyaset alanını kurmak, oluşturmak gereklidir. Normalleştirme algısını yaratan mekanizma, içinde bulunduğumuz fiili kapsamda her şeyin olabileceği, sorunların çözülebileceği görüşü üzerinden toplumsal hegemonya kurarak, adadaki fiili durumu, bölünmüşlüğü, sürdürülemezliği, istikrarsızlığın ana kaynağı olan ateşkes koşullarını göz ardı ettirmeye çalışmaktadır.
Bugün ihtiyaç, federal çözüm perspektifinde bir karşı hegemonya oluşturmaktır. Hem hükümete talip olmak ve günlük sorunların iyileşmesi için güçlü mücadele etmek ve yönetmek, hem de bunu çözüm siyasetine entegre ederek, Kıbrıslı Türklerin uluslararası alanda federal çözüm odaklı olmasını sağlamak gerekmektedir.
Umut gerçekler üzerinden anlam kazanır, şekillenir. Gerçeklerin tahrifi, bizi sadece bir süre oyalar.
Göçten başlamıştık ya. 1 Eylül dünya barış gününden bir gün önce sevgili Ömer Naşit’in göç duyurusu düştü sosyal medyaya. Etkilenmemek elde değil.