Frank Darabont’un ünlü filminin çok sevdiğim bir repliği vardır. Replikte insanın umut ettikçe özgür, korktukça tutsak olduğu belirtilir. Dünya edebiyatının en önemli isimlerinden Shakespeare ise; “beklentinin” tüm hayal kırıklıklarının kökü olduğunu düşünür. Mont Pelerin’de 5 gün süren Kıbrıs Zirvesi’nde aklımda hep bu iki cümle vardı. Umut etmek ile beklenti arasındaki sırat köprüsünde yürüdüm; gittim, geldim. İçimdeki umut, Alp Dağları’ndaki karlar ile ısındı ve İsviçre’deki soğuğun bu süreci dondurmayacağını söyledi, durdu… Zirvenin sonunda ise kimine göre ilerleme yaşandı, kimine göre ise süreç; yaratılan beklentinin enkazı altında kaldı. Tabii ki yaşam görecelik üzerine kuruludur ve herkes kendi bilinci doğrultusunda olayları algılar/yorumlar/akıl yürütür.
Bunlar ışığında, Mont Pelerin sonrası, somut olan tek şey zirvenin bir hafta sonra kaldığı yerden, yine İsviçre’de devam edeceği… Yaşanacak olan bu 168 saatlik ara, belki de Kıbrıs’ın orta; belki uzun vadedeki geleceğinin belirleyicisi olacak. Kıbrıs’ın kuzeyindeki dogmatik, ayrılıkçı, taksimci zihniyet, bilindik soğuk savaş taktikleri ile ezber retorikler kullanıp süreci baltalamak için her türlü trajikomik yöntemi deneyecektir. Tabii ki bunun bir de Güney Kıbrıs ayağı var. Kilise, DİKO, ELAM gibi federalizm karşıtı odaklar ile DİSİ ve AKEL içerisinde federalizmi tam anlamı ile hazmetmemiş gruplar, Kıbrıslı Rum Lider Nikos Anastasiadis’in 20 Kasım’da Cenevre’de olmaması için Machiavelli’yi mezarında ters döndürecek performans sergileyip amaca ulaşmak için her türlü yöntemi mubah görecektir. Kim bilir, DİKO Başkanı Nikolas Papadopoulos belki de babası gibi ekranda ağlayabilir ya da Kilise, Kıbrıslı Rum müzakere heyetinin cennetteki yerini iptal eder…
Bu 1 haftalık kritik süreçte en önemli görev; sürece Kıbrıslı halkların angaje olmasını sağlayacak bir Kıbrıs’ın güney ve kuzeyinde eş zamanlı iradenin ortaya konmasını hayata geçirecek adımları atabilmektir. Akılcı politikalar ile bugün yaşanan belirsizlik fırsata çevrilebilir. AKEL’in çıkıp sürece destek vermesi, DİKO ve kilise gibi ayrılıkçı dogmatik odakların saldırısı altında olduğu görünen (ki bunun planlı olduğuna inanmak istemiyorum) Anastasiadis’e sahip çıkması örneğin 2004’te yaşattığı hayal kırıklığının telafisi anlamına gelecek…
CTP’nin bu ülkede çözüm-barış sürecinde önemli aktörlerden biri olduğunu kanıtlaması, Meclis’in kırmızı koltuklarına sıkışmayıp sokakta yer alacak bir hareketin öncülerinden biri olabilmesi, toplum nezdinde kanayan itibarının sağaltılması adına büyük bir şans…
Her süreç/konjonktür kendi tavrını dayatır. Dünyada yükselen yabancı düşmanlığı, ABD başkanlığına her an herşeyi yapabilecek, fevri ve irrasyonel bir şahsın gelmesi, TC’de yaşanan kaotik ortam, yanı başımızdaki bitmek bilmez iç savaş… Tüm bunlar ve bundan sonra olması muhtemel senaryolar, Kıbrıslı bir çözüm için son şansı yaşadığımızı işaret ediyor. Eğer ki 20 Kasım’da Cenevre’de somut bir sonuç alınmazsa; yine bilindik diplomatik jargon karşımıza çıkacak… “Süreç devam edecek, önemli gelişmeler yaşandı, kararlılık sürüyor” tarzında söylemler ile çöken müzakere masasına kılıf aranacak. Ama aslında olacak olan kristal bir avize kadar berrak; ya diplomat ve diplomasi mezarlığı olarak anılan Kıbrıs Sorunu’na yeni mezar(lar) eklenecek, ya da anka kuşu misali küllerimizden yeniden doğacağız. Ya çevremizde yükselen etnik ve inançsal çatışmaların yıkımı ile yüzleşeceğiz; ya da Kıbrıs’ın kaderi soğuk savaş ve ayrılığın yıllarca sembolü olan Berlin’in kaderi gibi olacak ve bu adayı çok kültürlülüğün, hoşgörünün Akdeniz’deki merkezi haline getireceğiz.