“Öksüz Bırakılmış Ülke” kitabında Lord Kinross, “Çalışsın ya da çalışmasın bütün Kıbrıslılar oturan insanlardır ve bir yabancıya yaptıkları ilk davetleri ‘Buyurup oturmaz mısınız?’ olur; dik arkalıklı sandalye böylece Kıbrıslı yaşamın simgesidir” der...
Bunu tee 1949’da yazar...
***
Çocukluğumuzda bizim evin önüne otururdu, konu komşu!
Hasır iskemleler gitti, yerine plastik sandalyeler geldi zamanla.
Doğallık böylece iğrenç bir ‘suniliğe’ bıraktı yerine!
***
Eve gittim, Girne’ye...
Hemen önümüze dikilen o 10 katlı heyula bina, başımızın üzerine düştü, düşecek...
Mahalleye girilmiyor.
Yer yok!
Yollar, park yeri...
Gülten teyze, “Aman umudumuz sensin” dedi..
“Artık polis de gelmez...”
Öyle ya, polis gelmez, belediye gelmez, niye gelecek ki!
Çocukluk arkadaşım çıktı kapı önüne, “Babam bunların lastiklerini parçalayacak” dedi.
Annem geldi koşarak:
“Yok oğlum, yazma sakın, mafyadır bunlar, başına bir iş gelir...”
Ne de olsa o korumacı!
***
Ne zaman “barış” umudu yeşerse, elindeki “Rum malları”nı servete dönüştürmenin telaşıyla satıyor, ahali...
Yağmacıyız işte!
O kadar hoyrat, o kadar pespayeyiz ki üstelik...
Yağmanın da bir ahlağı olmalı hani?
Ne park alanı düşünüyoruz, oyun ya da araçlar için!
Ne de nefes alacak bir pencere, geleceğe hürmet, insana saygı!
Altyapı, plan, çevre hiç umurumuzda değil...
Kentlerimizi daha bir rezil yapıyoruz git gide..
Girne’yi verseler keşke...
Ne olur verseler...
Belki bir otoritesi vardır, gelecek olanın...
Hani gerçekten malıdır da, yüreği sızlar belki....
Rantçılar!
Yağmacılar!
Reziller!
Ne diyeyim size daha..
***
Kapı önlerinde ‘eğik’ bir sandalye var şimdi, evlerin...
Dükkan sahipleri koyardı, eskiden, öğle arası...
“Bir yere gittim, geleceğim” anlamında olurdu...
Dükkan da açık kalırdı!
Şimdi bambaşka...
İnsanlar, kendi evlerine adım atabilsinler, en azından kapının girişine park edilmesin diye yapıyor bunu...
Bu kadar ‘acınaklı’ son durum...
Bu kadar zulmediyoruz, kendi öz yurdumuza...
-------------------------
Haftanın notcukları
-İÇİM ezildi, Devlet Laboratuarı’nın yanık fotoğraflarını izlerken… Bu kadar donanımlı bir merkez, böylesine toplumsal bir servet, niye özel yangın alarmı ve söndürme cihazları yok! Niye?
-YAĞMUR, tüm ayıplarımızı ortaya çıkaran bir ilaç gibi… Yağdıkça, makyajı dökülüyor kentlerin.
-“Yersiz, hissedersiniz bazen kendinizi yersiz yurtsuz ve çaresiz Sözünüzü duyan yoktur. Kendi ülkenizde sürgün gibisiniz. (Metis ajandadan)
-“Laboratuar yangını için grev yapalım. Belki mesai 10’da başlayıp iki kahve arasıyla 12’de biter. Bu bir fırsat olabilir. Mücadele hep sürmeli…” (Ne diyeyim, eski bir sendikacı yazdı, Ulaş Gökçe)
Şimdiden not ediniz lütfen! 8’Ocak’ta Lefkoşa’nın kuzeyi Bandabuliya’da saat 18:00’de… İki toplumlu bir konserle BARIŞ iin geriye saymaya başlıyoruz!
“Kaç senedir yazıyorsun” diye sordu geçen markette biri.. “Çok” dedim… Öylece yüzüme baktı, baktı, baktı ve konuştu: “noldu?”