Her şey yeni başlıyor aslında…

Sinan Dirlik


30 yıl süren adı konulmamış bir savaş, sayıları tam olarak kesinleştirilemeyen; kimine göre 30 bin, kimine göre 40 bin gibi rakamlarla “yuvarlanan” on binlerce ölü ve derin, çok derin bir acı…
Daha birkaç ay öncesine kadar “beli kırıldı, kırılıyor” denilen örgütün “tutsak” lideriyle yapılan zımni anlaşma doğrultusunda “ilerleyen” bir barış süreci…
Kapaklandıkları genç ölülerin üzerinden kafalarını kaldırmış, şaşkınlıkla olup biteni anlamaya çalışan, duyduklarına inanmakla inanmamak arasında gidip gelen analar, babalar, eşler, kardeşler, dostlar…
Her şey çok taze…
Toprak taze… Toprağın altındaki bedenler taze… Göz pınarlarından süzülen yaşlar, yürekleri paralayan çığlıklar, sıkılı yumruklar, karlı dağlardaki ayak izleri, namludaki barut kokusu, en çok da kan kokusu… Çok taze…
Yıllardır nefret ve korkunun çatal diliyle konuşmayı kafalarına vurula vurula öğrenen Türkler ve Kürtler, şimdi hiç ummadıkları ve fakat çok yorgun düştükleri bir anda, miladını unuttukları bir savaşı başlatan liderliklerinin kararıyla, hiç bilmedikleri yepyeni bir labirente savruldular.
Önceki güne kadar kan ve barut kokusunun, karşılıklı intikam yeminlerinin hüküm sürdüğü karanlık topraklardan, bir anda savrulunan, güneşin insanın gözünü kamaştırdığı ayak basılmamış bir labirent bu: Barış!
Kuşkusuz, Diyarbakır’daki insan denizini dalgalandıran ruh ve onu; kimi endişeli, kimi coşkulu bir heyecanla televizyonlardan izleyen milyonlar için tarihin en dramatik günlerinden birini yaşadık önceki gün.
Türkiye; nüfusunun ezici çoğunluğu için nefret öznesine dönüştürülmüş bir adamın ağzından çıkacak sözcüklerin geleceğini belirleyeceğinin farkında ve nefesini tutmuş biçimde “mesajın” tek bir kelimesini kaçırmamak için dikkat kesildi.
Son Kürt isyanının liderliğine soyunarak binlerce insanı eşit, özgür ve bağımsız bir halk olma hedefiyle devrimci silahlı direnişe sevk eden adam, bu kez; Misak-ı Milli sınırları içerisinde, parlamenter demokratik sistemde bir arada yaşamın yeniden tesis edilmesi için silahların susması, silahlı mücadele verenlerin sınırlar dışına çekilmeleri çağrısını yaptı.
Devletin ya da örgütün bir biçimde yenilgisi, teslimi dışında “barış ve çözüm” seçeneğine ihtimal vermeyenler için ağızlarda kekremsi bir tat bırakan sözcüklerdi bunlar.
Öcalan’ın çağrısı tek başına ne bir zafer ilanını ne de bir yenilgi beyanını içeriyor. Ya da isteyen, Öcalan’ın çağrısı içerisinden zafer sözcüklerini, isteyen de yenilgi beyanını cımbızlayabilir. Bütünlüklü bir okuma ise, belli ki devlet ile Öcalan arasında bir “mutabakat metni” olarak şekillendirilmiş bu çağrıda devletin ve Öcalan’ın kendi paylarına düşen özeleştiriyi de, dik duruşu da bulabilir.
İyimser bir yaklaşımla Türk’üyle Kürt’üyle toplumun ezici çoğunluğunun bu bütünlüklü okumayla yetineceği, detaylara takılmayacağı beklentisini taşıyabiliriz. Bu, barışın inşa sürecinde ihtiyaç duyduğumuz toplumsal zemini de bir yere kadar verecek bize.
Ancak gerek Türk, gerekse Kürt “tarafında” Öcalan’ın ağzından aktarılan mutabakat metnine mesafeli duracak, hatta bu metni derin bir öfkeyle karşılayacak, küçümsenmeyecek bir kesim var.
Devletin ve Öcalan’ın karşılıklı olarak el birliği ile besleyip büyüttüğü Türk ve Kürt milliyetçiliğinin, yine Devlet ve Öcalan tarafından oluşturulan yeni mutabakata adaptasyonu için zaman gerekiyor. Asıl mesele, bu zamanın nasıl yönetileceğidir şimdi…
Devlet, kurumlaşmış ve kökleşmiş Türk milliyetçiliğini dilediği gibi manipüle etme deneyim, beceri ve aygıtlarına sahip olduğunu sayısız kez gösterdi. Öcalan ve Kandil’in ise aynı beceriyi gösterip gösteremeyeceği bilinmiyor henüz. Bunca yıl devletin karşısında yer alan bir örgüt, bu kez “ancak devletle uzlaşarak” inşa edilebilecek bir barışın tarafı olacak. Uzlaşma ise müzakere ve karşılıklı ödünler vermeyi de gerektirir ki, varlığını muhalefet ile biçimlendirmiş örgütler için “uzlaşma”, devletin uzlaşmasından çok daha netameli bir meseledir.
“Filizlenmiş” milliyetçilik, kurumlaşmış milliyetçiliğe oranla her türlü rüzgâra karşı savrulmaya meyilli bir yapı arz eder. Artık uluslaşma sürecinin son evrelerine geldiği anlaşılan ve ağırlıklı olarak da Türk milliyetçiliğinin anti tezi olarak gelişen Kürtlerin filizlenmiş milliyetçiliğinin savrulmaya açık olduğunu görmek zor değil. “Bağımsız Kürdistan” düşleri kuran, Türk Devletinin geçmişten bugüne işlediği suçların beslediği kinle şekillenen Kürt milliyetçiliğinin “aşırı” unsurlarının kontrolü bugün her zamankinden önemli…
Diyarbakır’da okunan mutabakat metnini bir “tutsağın sözleri” olarak yorumlayacak ve hatta bunu “ihanet” olarak niteleyebilecek bir Kürt milliyetçiliği artık mevcut. Buna karşılık, Newroz alanında boy gösteren pankartları, “bayrakları”, marşları da derin bir sessizlikle izleyen aşırı Türk milliyetçiliğinin varlığı da malum. İşte bu ikisi, savrulduğumuz labirentin çarpacağımız duvarlarını oluşturuyor aynı zamanda…
Savaşmak; savaşırken vatan, millet, şehit kavramları etrafında savaşın hamasi dilini kullanarak karşılıklı nefretten beslenmek işin en kolayı ve yönetilebilir olanıydı.
Şimdi içine girdiğimiz çatışmasızlık ise henüz barış demek değil…
Barış, ancak onun diliyle düşünmeye ve konuşmaya başladığımız zaman inşa edilmeye başlanacak. Bunun için hepimize çok ama çok iş düşüyor. Sorumluluk büyük, zaman az. Zira bir savaşın barışa evrilmesi on yıllar sürebilir ama bir çatışmasızlık sürecinin yeniden sıcak savaşa sıçraması an meselesidir.