Tufan Erhürman
Üzerinde düşündükçe, okudukça, yazdıkça, “haset”in Kıbrıslı Türklerin halleri arasında önemli bir yeri olduğuna daha fazla inanmaya başlıyorum. “Don Kardeşliği ve Haset” başlıklı yazım yayımlandıktan sonra, sevgili Kani Abi (Kani Kanol), Özker Yaşın’ın kitabından, Dr. Hafız Cemal’in (Lokman Hekim’in) 1947’de söylediklerine ilişkin şu paragrafı aktardı:
“Bunları söylemek çok ağırıma gidiyor ama yine de söylemem gerekiyor. Söylemeyip hakikatleri saklamanın faydası olmaz. Kıbrıslı Türklerin ‘çekememezlik hastalığı’ çok büyüktür. İflah olmaz bir hastalıktır. İçlerinden biri çıkıp faydalı işler yaparsa kıskanırlar. O insanı ezip yok etmek için ellerinden gelen her kötülüğü yaparlar. Bugün Kıbrıslı Türkler içinde adını duyurmuş, mesleğinde zirveye çıkmış birçok sanatçı, bilim adamı, ticaret adamı sayabilirim. Ancak, bunların hepsi Kıbrıs’ın dışında yaşamaktadır. Kıbrıs’tan kaçmışlardır. Daha doğrusu, doğdukları yerden kaçmaları için kendilerine her kötülük yapılmıştır...” (Özker Yaşın, Nevzat ve Ben, İstanbul, Yeşilada Yayınları, 1997, s. 224).
Elbette bu halin (“haset”in) Kıbrıslı Türklerin genetiğiyle ilgili olduğunu düşünmüyorum. Tabii ki nedenleri vardır hasedin hallerimiz arasında dikkat çekici bir yere sahip olmasının. Lokman Hekim’in söylediklerini bu açıdan çok önemsiyorum. Demek ki bu hali yalnızca savaşlarla, herkesin ne iş yaparsa yapsın aynı ücreti aldığı dönemlerin etkisiyle, 1974’ten sonraki gayri adil düzenle falan açıklamak mümkün değil. Elbette bunlar da etkilidir ama belli ki hasedin bu kadar yaygınlaşmasının köklerini başka yerlerde aramak gerekir. Bunu bilmek, son zamanlarda yaygınlaşan ve medyada kendine sıklıkla yer bulan “neler oluyor bize” sorusunun içine sinmiş ve hakikatle bağlantısı kopmuş nostaljiden arınmamıza da yardımcı olabilir.
Ama benim bu yazıda üzerinde durmak istediğim konu hasedin nedenleri değil, sonuçlarıdır. Eğer hasedin yalnızca bir başkasının bizim imrendiğimiz bir şeye sahip olmasından kaynaklandığını düşünürsek, özellikle liberalizmle ilişkilendirilebilecek olan “rekabet ilerlemeyi getirir” düsturunun etkisiyle, bu duygunun gelişmenin motoru olabileceği zehabına dahi kapılabiliriz. Oysa Scheler’e göre, hasedin kaynağı yalnızca bir başkasının bizim imrendiğimiz bir şeye sahip olması değil, esas itibarıyla bu sebeple duyduğumuz iktidarsızlık hissidir. Ne zaman ki ötekinin imrendiğimiz şeye sahip olduğunu görmenin ötesine geçer, aynı şeye sahip olma umudumuzu tamamen yitirir ve onu o şeye bizim sahip olamamamızın sebebi olarak algılamaya başlarız ve ne zaman ki bu algı bizde nefreti ateşler, işte o zaman haset tamamına ermiş olur. Öyledir, çünkü yazarın dediği gibi başkasının bizim imrendiğimiz bir şeye sahip olması bizi aynı şeye sahip olmak konusunda kamçılayabilir. Bu durumda daha çok çalışarak veya en kötü ihtimalle çalarak aynı şeye sahip olmak için uğraşabiliriz. Böyle bir uğraş bizi karşıdakinden nefret etmeye veya onu imrendiğimiz şeye sahip olamamamızın sebebi olarak görmeye itmez. Muhtemelen rekabeti hatta kıskançlığı olumlayanların söz ettikleri de budur. Gelin görün ki bazen kazın ayağı böyle değildir. Bu kıskançlığa bir iktidarsızlık ve Scheler’in deyişiyle bir nedensel yanılsama (yani imrenilen şeye sahip olamamanın sebebi olarak o şeye sahip olanı görme) eşlik ettiğinde, haset kurbanı kişi, imrendiği şeyi elde etmek için uğraşmak yerine, kaçınılmaz olarak, o şeye sahip olan kişiyle uğraşmaya başlayacaktır. O nedenledir ki yazar, “haset elde etme isteğini kamçılamaz, azaltır” ve “en iktidarsız haset aynı zamanda en kötüsüdür” demektedir (Max Scheler, Hınç, çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul, Kanat Yayınları, 2004, s. 13).
Bu şartlarda elbette kişilerin birbirleriyle daha iyiyi yapmak, daha iyiyi elde etmek için yarışması değil, arkada ya da aşağıda olanın (veya kendisini orada hissedenin) öne geçmek ya da yukarıya çıkmak yerine, önde veya yukarıda olanı arkaya veya aşağıya çekmek için uğraşması söz konusu olur ki bu da elbette ilerleme sonucunu doğurmayacaktır.
Haset korkunç bir nefreti beraberinde getirir ve nefret edenin nefret edileni bağışlayacağı bir anın gelmesi maalesef mümkün değildir. Scheler bu duyguya sahip olana şairane bir üslupla şunları söyletir: “Her şeyi bağışlayabilirim ama seni -seni sen yapan şeyi- sende olanın bende olmamasını, aslında sen olmamamı asla”. Ve devam eder Scheler: “Hasedin bu biçimini kazıdığımızda altından ötekinin bizatihi varoluşuna muhalefet çıkar çünkü olduğu haliyle bu varoluş bir ‘basınç’, bir ‘kınanma’ ve tahammül edilemez bir aşağılanma olarak hissedilir” (Scheler, s. 13-14).
Yani hasedin esiri olan kişi, kendisine karşı haset duyduğu ötekinin varlığı dolayısıyla kendisini kınanmış, aşağılanmış hisseder çünkü o aynı şeylere sahip olamamış ve bu şeylere sahip olanın varlığı nedeniyle toplumun geri kalanı tarafından kınandığını, aşağılandığını hissetmiştir. Bu durumda muhalefet doğal olarak ötekinin varlığına yönelecek ve onun yapıp ettikleriyle ilgisini yitirecektir. Hasedin bu hali kişinin akıldan bağımsızlığını ilan etmesiyle sonuçlanır ve biraz daha ilerlerse Scheler’in “ressentiment” adını verdiği, Türkçeye “hınç” diye çevrilen hale evrilir. Bu son evrede hareketleri hınç tarafından yönlendirilen kişi akıldan o kadar uzaklaşır ki kendisine hınç duyduğu ötekinin yaptığı veya söylediği, kendisine yarayacak olan veya kendi düşüncesiyle örtüşen şeyleri bile reddeder duruma düşer. Scheler’in “hınç eleştirelliği” dediği ve Kıbrıs Türk toplumunda sıklıkla görüldüğünü daha önceki bir yazıda (Kıbrıslı Türklerin Halleri -İki-, Lefkoşa, Işık Kitabevi Yayınları, 2014, s. 282-285) ileri sürdüğüm hal işte bu durumu açıklar. Bu hıncın esiri olmuş olan kişi artık eleştirdiği koşullardaki iyileştirmelerden de rahatsızlık duyar çünkü bunlardan hoşnut olduğunu söylemek muhalefet etmenin verdiği zevki ortadan kaldıracaktır (Scheler, s. 12). Daha vahimi, bu iyileştirmelerin gerçekleşmesinde kendisine karşı hınç duyulan kişinin parmağının bulunmasıdır. Hınçlı kişi bu durumda o parmağı kesmeye yoğunlaşacaktır doğal olarak çünkü sorunu ne yapıldığıyla değil, yapılanı kimin yaptığıyladır. Hıncın esiri olduğu için artık o yapılanlara ilgisini yitirmiş, yapana odaklanmıştır çünkü temel meselesi yapanın bizatihi var oluşudur.
Kanımca, Kıbrıslı Türklerin halleri üzerinde düşünürken bu haset meselesine özel bir önem atfetmek gerekir. Bu meseleyi sebepleri ve sonuçlarıyla birlikte efradını cami ağyarını mani bir biçimde ortaya koyamazsak, halimizin halden gitmesiyle ilgili söylediklerimizin her durumda bir parça eksik kalacağı aşikardır.