Yabancılaşmış yüzleriz şimdi.
Birbirimizin yüzüne baktıkça yüzden başka neler gördüğümüzü biliriz artık. Kaç tiyatro sahnesinde kaç devir oynandı bu oyun. Perdeler kapanırken, yıkılan bir sahnenin Godot’u beklemesi gibi.
Bize ise sahte tiyatroda oynana oynana bu kaldı geriye:
Yurtsuzluk, mesela.
Buralarda zamanın ruhuna teslim olmuş, siyasi iktidar uğruna iğdiş edilmiş ilkelerin tahtına oturanlar mı istersin, kulaklarına memleket sağırlığını koyanları mı, sevdası yerine.
Şu Girne’ye bir tepeden bakıp, sade bir gökyüzü ile, beyazlara bürünmüş beton bir şehri görmek, ölmek gibidir mesela. Soluksuz kalırsınız, kalbiniz kırılır da orada bırakıp kaçmak istersiniz, gelenler toplasın kalbinizi ve yeni yurtlar inşa etsinler sizin kalbinizin üstüne!
Ses vermek istedikçe sesiniz kesilir artık, mesela. Yazamazsınız. Son nefesini veren bir savaş esiri gibi düşer gözlerinizdeki ışık ve uzaklara baka kalırsınız. Düşleriniz memleketinizi arar da, arar da...
Bulamazsınız.
Yitik bir dağın, parçalanmış umudusunuzdur artık. Umut kaldıysa sizde, parmakların beşi de bir yerden bekler artık, sizden bekler umudu çaresizce. Bayrakların dinamitlerle sarsıldığı vakit, güm güm güm, yağan yağmurda kafanıza çöken bir yuvadır geriye kalan, sizin yurdunuz. Alın, buyurunuz!
Sarayönü’nde yürüyüp, kendinizi aramaktır artık memleketiniz. Ara satırlara yazarız artık özlemlerimizi, kısık bir dille, öfkeli bir küfürle, sessizce yine de.
Bu ülkede, an gelir, dağlarda bir nergisin kokusunda kaybolup gitmek istersiniz, şu sınırları tekme tokat dövmek, bölük pörçük sevmenin neresi sevmekse orasını şöyle evire çevire birleştirmek!
İstersiniz.
An gelir, mahkemenin kapısında birikirsiniz, çoğalırsınız da, sizi azaltmak isteyenler kapınıza celpnameler bırakırlar, onları da elinize bir aydınlık kibriti alıp yakmak istersiniz.
Karanlıklara inat. Etraf ışıyıncaya değin etrafa dağılan ve ateşe dönen böcekleri kovalamak istersiniz.
Düşmek istersiniz, bu ülkenin kör kuyularına, aramak için kayıplarınızı. Şu deli yazar Murakami gibi, kuyuya inip dinlemek bile istersiniz, geçmişi, geleceği ve şimdiyi. Nerede şimdi benim geçmişim diye ağlamak istersiniz, köklerim, bağlarım, geleceğim...
Batmak istersiniz, an gelir, çamurdan dolu bir sokakta, bir mahallede, ana yolda, gider ayak battığınız yerden doğrulup şöyle, çıkmak istersiniz. Memleketi hatırlatır bu çamurlar size, nasıl bir bataklığa dönüştüğümüzü ve kuruyunca kaskatı kesildiğimizi de.
Hatırlamak istersiniz, çocukluğunuzdan kalan ılık bir yaz akşamını. Ama, unutmak istediğimiz ne kadar hatıra ve kabus varsa onları da hatırlatır bize, şu çocukluğumuza komşu sınırlara gerilmiş teller. Maraş’ın bombalanmış ve yetim kalmış evleri gibi, müzeleri boş, sahilleri bizsiz, sökülmüş kimliği gibi. Lefkoşa’yı bölen ve bizi kimliklere göre ayıran ucube barakaları devirmek istersiniz. Tık tık, ellerde tüfek nöbet tutan askerler size doğrultunca silahı, soru sormak istersiniz:
Siz kimsiniz?
Egemen iktidara gülmek bile istersiniz.
Bu yapış yapış olmuş coğrafyada, köşeyi dönseniz ve küçük odalarında, küçük iktidar kapılarına asılmış ve orada kalmış olanları biraz gözlerseniz, kabuğundan çıkamayanlardan nasıl medet umulur, sorgular, ona da an gelir, şaşırdığınıza gülersiniz.
Dinlemek istemezsiniz, an gelir.
Yüksek yerden emirler!
Alçakların alçağından yüksek gelen emirler.
Emirin demiri kestiğini görenlerin körlüğünde ve korkaklığında bu toprağın, acze düşen bir şairin sessizliğinde ve sonrasında umudu katleden, toprağa bölüştüren bir savaş suçlusu !
Karanlıkları tutanlar, bir bakarsınız yüzlerini değiştirip bakan vesairse olmuşlar. Yerseniz eğer size bir güzel memleket sunacaklar. Bakmak istersiniz bazen, bazen de an gelir şu mahcubiyeti, şu düşen suratı ve gülen aynı zamanda kameralar karşısında, bunları göreceğime, kör olaydım dersiniz.
Bakamamak istersiniz.
Höt! deyince kabadayı, etrafında üleşenleri görünce ne var bu kadar şu ölümlü hayatta diye düşünmek istersiniz.
Üç kuruşun hesabına ilkelerine satılık tabelası asanları, tabela indirip üstünde sekenleri, başka ülkenin başka partisinin tabelasını hukukdışı memlekete asanları mesela, ve buna susan zavallılara bağırmak istersiniz.
Büyük adamların karikatürünü yapmak, oraya bir balon koymak, balonun içine de boşluk koymak istersiniz, bazen. Resimlerini çizmek, dökmek boyaları ve karışık bir soyutlama yapmak, olmayanı oldurmaya, sultanı kızdırmaya, kullarını kıllandırmak istersiniz. Haşa! Yaşasın haşmetli demokrasi!
Eller günahlar, diller günahlar diye devam eden bir şarkının ortasında, mırıldanırken sesinizle,
susmak istersiniz.
Çünkü bilirsiniz bütün günahların sebebi,
düştüğünüz için,
sizsiniz.
Sevmek istersiniz herşeye kadir bu toprağı. Esarete alışmış, yıllarca köleleştirilmiş bir tarihin içinden çıkıp yine de aşk demek istersiniz, aşk!
Bu toprağa, sarılmak ve buraya memleketim diyebilmek, inadına!
Son nefes duruncaya ve bu korkaklık, bu esaret bitinceye değin,
Maskeler düşünceye, toprak ana bütün sahtelikleri, betonlaşmış bu kuraklığı yutuncaya değin,
Ve ölüm bu topraklarda, benim özüm oluncaya değin,
Tek bir kimliğe sahip çıkarak,
Kendime sadece “Kıbrıs” deyinceye değin,
direnmek istersiniz.
Ve belki de, şu sınırları tutan, gözünü bağlayıp, kulaklarını tıkayan, koltuğa değnek, umuda kelepçe olan sizsiniz.
Her şeyin başı sizsiniz!
An gelir, siz düşünce,
bu toprak da düşecek,
biliniz!