Fransız sinemasının önemli ismi François Ozon'un son filmi “Sonbahar Geldiğinde” 80’li yaşlarında emeklilik yılları için Fransa’nın kırsalını seçmiş Michelle'in kızının ziyaretine gelmesiyle yaşanan sürpriz olay sonucunda tüm geçmiş hayatının sorgulanması üzerine yoğunlaşırken yan karakterlerle de hem arkadaşlık ilişkilerini hem aile kurumunu hem dini meseleleri hem de Ozon’un en sevdiği konulardan birisi olan cinsel tercihler meselesini kendi renkli dünyasından bombardımana tutuyor.
Hemen söyleyelim Hélène Vincent, Michelle karakterini o kadar iyi canlandırmış ki izleyiciyi emeklilik yaşlarındaki bir insanın dünyasına götürürken ruhsal geçişleri de seyirciye çok iyi geçiriyor.
Filmin ana karakteri Michelle’nin gençlik yıllarında Paris’te sex işçiliği yaptığını söylersek Ozon’un ana karakter üzerinden yine tutuculuğa karşı savaşını bu filme de yansıttığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Ozon’un hikaye örgüsüne gerek Michelle ile eşinden ayrı yaşayan kızı Valerie arasındaki ilişki gerek Valerie’nin parçalanmış aile çocuğu olarak hayatına devam eden oğlu Lucas arasındaki sevgisizliğe dayalı ilişki gerek Michelle’nin en yakın arkadaşı Marie-Claude’nin babanın olmadığı bir ailede başı beladan kurtulmayan oğlu Vincent ile ilişkisini yerleştirmesi aile kavramı ile ilgili ciddi bir derdi olduğunu bunu da iyi aile yoktur gibi bir çıkarım üzerinden bizlere vermeye çalıştığını görüyoruz.
Filmin Fransa kırsalının yeşilden sarıya dönen renk cümbüşü içinde işlenişi bir yandan sonbahara atıfta bulunurken bir yandan da ana karakterin ruhsal değişimlerine karşılık geliyor. Michelle’nin 80’li yaşlarda kendi bahçesinde bir şeyler yetiştirmeye çalışması onun sarı renkler arasında taze şeylerle hayata bağlılığını yansıtırken Paris’te oğlu ile yaşayan kızının ziyaretine geldiği bir sonbahar yemeğinde Michelle’nin yaptığı mantardan zehirlenmesi ile renkler yeşilden koyu renklere doğru değişmeye başlıyor. Adeta domino taşlarının devrilmesi gibi birbirini tetikleyen olaylar filmin bir bıçak sırtı gibi ilerlemesine de neden oluyor. Michelle’nin köy evinde yalnız devam eden yaşamı yine bir kaza sonucu kızının hayatını kaybetmesi ve torunu Lucas’ın kendisiyle yaşamaya karar vermesi ile renkli bir hal alırken film devam eden soruşturma sürecinde kendisinden saklanan ve yavaş yavaş ortaya çıkan bilgiler ile yine dalgalı bir hale bürünüyor.
Filmde François Ozon'un birçok filminde kullandığı kendi rengi kırmızıyı bu filmde de tüm sete yaydığını görürken yönetmenin kırmızı bağımlılığının sürdüğünü de rahatlıkla söyleyebiliriz.
Filmde Michelle ile Marie-Claude arasındaki uzun zamana yayılan yakın arkadaşlığın karanlıkların arasında parlayan sağlam bir ışık gibi filmin tüm geneline yayılması Ozon’un erkek dünyasını ikinci plana(ya da pasifleştirerek yansıtması) atan dünya görüşünü bu filme de yansıttığını gösterirken yönetmenin erkek egemen bir dünyada yaşasak da asla bir(çok) erkeğin egemen olamayacağı hayatları bizlere açıkça gösterdiğini görüyoruz.
Ozon’un kilise için siyahi bir Papaz seçmesi, vaazında kadın bir peygamberden bahsetmesi, sondaki cenaze töreni sahnesinde Michelle’nin Paris’teki gece kulübünde çalıştığı zamanlardaki arkadaşlarının rengarenk kıyafetlerle(kırmızı olan dikkat çekiyor yine) içeriye girmesi aslında kendi senaryosunda Hristiyanlıktaki tüm kuralları alt üst ettiğini açıkça gösteriyor.
Yazının bitişini klasik bir Ozon filmi izledik diye bitirmek istiyorum. 3 katlı Olimpion Tiyatrosu’nun tamamıyla dolu olması Selanik’te da Ozon hayranlarının fazlalığını gösterirken hayatın tüm renklerini kucaklayan yönetmenin daha uzun yıllar seyircisinin sevgisine mazhar olacağını da Selanik’te bir kez daha hissettik.
Yönetmen ve yapımcılar tarafından istismar edilen tüm genç kızlara ithafen “Maria Olmak”
Yönetmen Jessica Palud’un yönettiği Fransa yapımı 'Maria Olmak', Bertolucci’nin çektiği “Paris’te Son Tango” filmiyle başlayan Maria Schneider’in oyunculuk kariyeri ve karakter üzerinden sinema dünyasının ışıltılı yaşamının arkasında olan etik dışı, paranın yönettiği, sanattan çok piyasanın hakim olduğu bir dünyayı beyazperdeye yansıtıyor. Hollywood’da başlayan ve tüm dünyaya yayılan #MeToo hareketi bağlamında da okunabilecek filmde 18 yaşını yeni doldurmuş Maria’nın oyuncu olma ideali ile çıktığı sinema yolculuğunun ilk durağı olan “Paris’te Son Tango” filminde yaşadığı hayal kırıklığı ve utancın tüm oyunculuk kariyerine ve hatta yaşamına yansımasını görüyoruz.
Maria Scheider’i canlandıran Anamaria Vartolomei ve Marlon Brando’yu canlandıran Matt Dillon’un gerçekçi performansları dikkat çekerken film çekimindeki yakınlaşma sahnelerinin Maria’ya haber vermeden değiştirilmesi sonucunda çekimin tüm ekip önünde canlı bir tecavüze dönüşmesi bu Maria’nın tüm hayatına yayılacak bir travmanın başlangıcını oluşturacak. Maria’nın büyük bir cesaret göstererek konuyu verdiği bir röportajda dile getirmesi ile yapımcılar ve yönetmenler tarafından adeta istenmeyen kadın ilan edilmesi paralel ilerlerken “ Filmde hem Brando hem de Bertolucci tarafından tecavüze uğradım” ifadesi bugün de yaşanan sanat adına bazı şeylerin göz ardı edilip edilemeyeceği tartışmalarının odağını oluşturuyor.
Olaylara Maria’nın gözünden bakabilmek için Schneider'in küçük kuzeninin bir anı kitabından esnek bir şekilde uyarlanan senaryo ile yönetmen bize Maria’nın duygusal yaşamından kariyerine ailesi ile ilişkilerinden ruhsal ve sosyal yaşamına kadar birçok şeyi olumsuz etkileyen bu yolculuğu çok iyi yansıtıyor. Kız partneri Nur ile yaşadığı güzel zamanlar ve ilişkinin bu kötü şöhretin etkisi ile kontrolden çıkmasını da filmde görürken bu ilişki kötü şöhretin karakterin dünyasına nasıl etki ettiğini çok iyi gösteriyor.
Bir dönüş, bir bekleyiş ve iki iç yolculuk
Yönetmen Uberto Pasolini’nin Homeros’un Odysseia destanının finalini uyarladığı Dönüş / The Return, kendi topraklarında (Selanik Film Festivali) Yunanistan galasını gerçekleştirdi. Odysseus’u canlandıran Ralph Fiennes ve Penelope’yi canlandıran Juliette Binoche’un da katılımlarıyla tam bir bayram yerine dönen filmin gösterimi ile birlikte gerçekleştirilen basın toplantısı da dikkat çekiciydi. Film bir yandan Penelope’nin eşi Odysseus’u bekleme hikayesini anlatırken bir yandan da Odysseus’un Ithaca’daki krallığına dönüşünün son episodunu paralel olarak veriyor.
Yunan adalarından Korfu’da çekilen uyarlamada yönetmen mitolojik ögelerden arındırılmış, insan öyküleri ve savaşlardan dolayı dağılan ailenin tekrar biraraya gelebilme yolculuğunu anlatıyor. Kraliçe Penelope, kocasını beklediği uzun zamanlarda onun öldüğünü düşünenlerin çoğunluğundan dolayı kendisine yeni bir eş seçmesi ve krallığı yaşatması süreci onun hayatındaki en büyük sınav olarak filmde çok iyi verilirken Pasolini asın toplantısında Odysseia’ya feminist yaklaşımlar da olduğunu dile getirdi. Yönetmen onun erkeklerin baskılarına boyun eğen bir kadından çok, karar verme gücüne sahip bir kadın olduğunun altını çizerken filmde bu özelliğinin yanısıra halk arasında dalga geçilen oğlu Telemakhos başta olmak üzere ailesini korumaya çalışan bir anne ve Troya’ya savaşa giden eşini korumaya çalışan sadık bir kadın olarak da beyazperdeye yansıyor.
Daha önceki Odysseia filmlerine göre çok daha az kanlı, çok daha az insanın hayatını kaybettiği bu tasvirde Penelope’nin Odysseus’un adaya geldiğini sanki hissedercesine davranması da hisleri ve sevgi bağı yüksek bir aşk geçmişine atıf yaparken Odysseus’un ilk başlarda çekimser davransa da son tahlilde cesaretini toplayarak tahta göz koyan “kötülere” karşı küçük bir arena savaşına girmesi de onun içindeki sevgiyi gösteriyor. Film bir iç yolculuklar ve pişmanlıklarla yüzleşme hikayesi olarak da okunabileceğini de eklemek isterim. Bu konuda Ralph Fiennes’ın günümüzün savaşlarına da bağladığı “İnsanlık onurunun korkunç ihlali içinde acımasız bir soru saklı: İstediğini elde etmek için şiddet kullanmak ne zaman meşrudur?
Filmin sonunda, hepimiz Odysseus’un evini, kendilerine ait olmayan bir şeyi gasp eden kötü niyetli taliplerden geri almasını istiyoruz. Odysseus şiddet kullanmasının kaçınılmaz olduğunu anlıyor.” cevabı da konuyu çok iyi özetliyor.