Koral ÖZKORALTAY
(FEMA Aktivisti)
koraltaykoral@yahoo.com
Doğduğum, büyüdüğüm ev hanay diye bildiğimiz iki katlı evlerdendi. Uzun ve büyük balkonu olan güzel bir evdi. Maraş’ın sakin denebilecek kenar sokaklarından birindeki bu evin balkonu, her akşam abimle benim oyunlarımızla canlanırdı diyecek olsam da, aslında pek canlanamazdı. Fazla gürültü çıkarmadan, komşuları rahatsız etmeden oynardık geceleri balkonumuzda. Neler oynadığımızı çok iyi hatırlayamasam da, bir tanesi bugün gibi aklımda.
Elektriğin sıkça kesildiği, karanlık gecelerde büyüyen bir neslin temsilcilerindenim. Bu kesintiler eğer yaz gecelerine denk geldiyse, abimle balkonun kenarına oturur, parmaklıkların arasından bacaklarımızı aşağıya sarkıtır, bazen gökyüzündeki yıldızlara bakıp kulaktan duyma bilgilerimizle isimlerini saymaya çalışır, bazen de karşımızda uzanan uzak tepelerdeki (aslında pek de uzak olmayan) ışıkları izleyerek, kendi yarattığımız tahmin oyununu oynayarak karanlık gecelerimizi renklendirirdik. Karanlığın etkisiyle daha da belirgin olan karşı tepedeki ışıklar o kadar net izlenir olurdu ki, hareket eden ışıkların sağa mı yoksa sola mı döneceğini tahmin eder, gülerdik. Çocukluğumuzun ışıklı tepeleri meğer yanı başımızdaki Aya Napa dediğimiz yermiş, ilk öğrendiğimde hafifçe gülümsemiştim kendi kendime. Çocukluk anılarımda yeri olan bu bölgeye gitmeyi hiç hayal etmemiştim oysa. Gidemeyeceğimi kabullendiğim uzaklardaki bir tepeydi orası benim için.
Yıllar sonra öğretmen olarak girdiğim sınıflarda ders anlatırken, dünyanın ilginç yerlerini anlatmaya, tarihi eserler hakkında konuşmaya çalışırken, Kıbrıs’ın güneyini hiç anlatmadığımı fark ettim. Daha doğrusu anlatamadığımı… Kapıların açılmadığı, geçişlerin serbest olmadığı o günlerde, sınıfta öğrencilerle yaptığımız sohbetlerde artık yaşadığımız durumu sorgular hale gelen cümleler kurmaya başlamıştık: “Bir gün çok zengin olsam, piyangodan ikramiye kazansam, parayı keyfimce harcayacak imkanım olsa, dünyanın diğer ucuna gider Çin’deki Çin Seddinde yürüyebilirim, Peru’daki Machu Picchu ‘da medeniyetin izlerini keşfedebilirim, Kamboçya’ya Ankor Tapınaklarını ziyarete gider, güzelce resimler çekebilirim hatta dünyanın en yüksek dağına tırmanamasam da uçuş keyfi yaşayıp zirvelerin tadını çıkarabilirim.” deyip “… ama Afrodit’in köpüklerinden yaratıldığı o Baf sahillerindeki beyaz dalgalara karışıp, ayaklarımı suya daldırıp yürüyemem. Ne o sahili görebilirim ne de oralardaki diğer güzellikleri…” demişti öğrencimin biri , verdiğim dünya medeniyetindeki örnekleri yüzüme çarpar gibi kullanarak… İşte buna bölünmüş ve birbirinden koparılmış Kıbrıs gerçeği deniyor ve bunu düşünmeye, konuşmaya başladıkça, içinde bulunduğumuz ayırım her geçen gün daha fazla gözümüze batar hale geliyordu. Salamis’e pikniğe gidebilirken, Trodos’taki Muflonları sadece sözlü anlatmak, adanın yüzyıllar boyu biriken geçmişini sadece yaşadığın coğrafi parçası kadarıyla tanıtmak, ve dünyanın diğer ucundakilerini görebilme ihtimalin varken, iki saat uzağında kendi adandaki bir yeri belki de hayatın boyunca göremeyeceğini düşünmek… çok moral bozucu bir şeydi.
Kapıların açılması bu konudaki sıkıntılarımı kişisel olarak hafifletse de, elbette ki tamamen bitirmiş değil. Yıllardan beri düzenlenen iki toplumlu birçok toplantıya katılan, aktif rol alan biri olarak şimdi de şöyle bir düşünceyle kıvranmaktayım. Barışı isteyip, barış kültürünün müfredatlarımızda yer almasının çok önemli olduğunu söyleyip bu konuda yazılar yazıyoruz yıllardır. 2008 den beri Barış Eğitimi için okullarda ara ara denemeler yapılıp kısmen öğrencilere bir şeyler aktarılmaya çalışılıyor. Ancak bölük pörçük denemelerin kısa vadeli olduğunu ve öğrenciye yönelik barış eğitimi çalışmalarının pratiğe dökülmesinde ne kadar da başında olduğumuzu fark ettim üzülerek.
Barış eğitiminin önemini tekrar tekrar yazmaya satırlarımız yeter mi yetmez mi bilemem ancak pratikte iki gencin bir kafede oturup sohbet etmesi kadar basit ancak çok etkili bir yöntemi unutuyoruz kalabalık satırlar arasında boğulurken.
Yazdıklarımızı uygulamaya koymayıp sadece eğitimciler olarak toplantılar yapmaya devam edersek, aynı kısırdöngü içinde kalacağız. Aslında gençler birbirlerini gerçekten merak ediyorlar. Tanışmak istiyorlar ancak buna olanak sağlayacak ortamın ve imkanın yeterince yaratılmamasından hayıflanıyorlar. Güneye geçemeyen ciddi bir çoğunluk olduğunu hatırlatıp, şöyle bir deneyimimi aktarmak istiyorum;
Yıllardır Kıbrıs’ın ikiye bölünmüşlüğünü, Yeşil Hattı, Ara Bölgeyi anlatmış olsam da, “Ara Bölge” kavramının ne olduğunu gözlemlemeyen, gidip görmeyen, sınavda sorulacak bir soru olarak iki satırda ezberleyip geçen yüzlerce öğrenciyi mezun edip gönderiyoruz liseden. Ancak bu yıl gerçekleşen Barış Eğitimi esaslı iki toplumun öğrencilerinin ara bölgede buluşup vakit geçirmesini hedefleyen bir çalışmada öğrencilerimle yer alınca, bir gerçeği çok daha iyi görebildim. Lefkoşa’da yaşayan ya da zamanını orda geçirenler dışında uzak mesafedeki gençlerin iki toplumlu ortak çalışma alanlarından haberleri bile yok.
Gençlerin hevesini, meraklı ve heyecanlı hallerini, tanışacakları gençlerin nasıl olacağıyla ilgili tatlı tahminlerini dinledim yol boyunca, ama gidilen yere varınca yaşanan şaşkınlığı… “Hocam burası neresi? Başka bir ülke toprağı mı? Biz buraya geçebiliyor muyuz? “ gibi sorular da bizim öğrencilerimizi ne kadar az bilgiyle ada gerçeğine hazırladığımızı bir kez daha gösterir oldu bana. Durumdan tamamen habersiz olmanın getirdiği soruları biraz üzülerek biraz da umutla cevapladım, her bilgi barışa katkıdır umuduyla. Oysa ki ders sırasında anlatılmasına rağmen, hiç gitmedikleri, hiç görmedikleri için benimseyemedikleri bir Kıbrıs gerçeğiyle tanışıyorlardı. Ara bölge neresidir, yaşayarak deneyimliyorlardı o an. Ve dil sorununun aşılmaya çalışıldığı dakikaların ardından başlayan güzel dostlukları izlemek benim için çok büyük zevk oldu her seferinde. Üç defa tecrübe ettiğim bu buluşmalarda tavlanın ne kadar sihirli bir iletişim aracı olduğuna da keyifle şahitlik ettiğimi belirtmek isterim.
Gün sonunda kucaklaşmalar ve alınan facebook adreslerini takiben dönüş yolu boyunca bana iki konuda ısrarcı sorular soruldu her seferinde: “Neden daha önceden başlamadı bu etkinlikler?” ve “İkinci buluşmaya ne zaman geleceğiz?” Bunu takip eden haftalarda ise okul koridorunda önümü kesip bu etkinliğe katılmak isteyen birçok öğrenci oldu. Okulda gönüllü gençlerin sayısının bu kadar fazla olduğunu gördüğüm zaman, içimdeki umut ve mücadele isteği daha da arttı.
Akademisyenler, öğretmenler, uzmanlar ... vb, ilgili pek çok kişi yıllardır toplantılarla etkinliklerle konuşmalarla yada makalelerle Barış Eğitimi hakkında yazılar yazıp faydaları, önemi, ciddi önemi, çok önemi hakkında uzun uzun cümleler kurdular. Ben de yazdım.. Yazıyorum da… Ancak gerçek hayatta barışı isteyip birleşmiş bir adanın, federasyonun hayalini kuruyorsak, geleceği ellerinde taşıyan gençleri birbirleriyle buluşturmaya ve birlikte geleceği inşa edecekleri bir ortam yaratmalarında aracı olmaya daha çok uğraşmalıyız.
Larnaka’da konuşmacı olarak davet edildiğimiz bir etkinlikte kürsüye çıkıp konuşmama başladığımda, Türk olduğumu anlayan öğrencilerin ilk anki olumsuz tepkilerinin, beş dakika içerisinde tamamen değişip, en ön sırada son kelimeme kadar beni dinler hale gelmeleri çok önemli bir şeyi işaret eder aslında. Karşındakine bir şans verirsen eğer, her şeyin değişmesi sihirli bir beş dakikaya sığabilir. Çocukluğumdaki ışıklı tepeler nasıl gidilmesi imkansızken, mümküne dönebildiyse, birleşik Kıbrıs’ı oluşturacak ve yaşatacak bu gençleri bir araya getirmek de o kadar mümkündür diyorum. Bu amacı sahiplenen gençlere birlikte bir şeyler yaratabilme fırsatı tanımak ve o sihirli beş dakikayı onlara verebilmek bizim elimizde. Bunu, adada barışı sürdürecek gençlerimize borçluyuz.