Hafta sonu yapılan Atatürk Öğretmen Akademisi yazılı giriş sınavının sonucu, eğitim sistemimizin ve de eğitim politikalarımızın iflasının ilanıdır.
Sınıf öğretmenliğine ayrılan 15 kontenjan için 134 aday yarışıyor ve sınava giren 134 kişiden sadece 8 tanesi, mülakata çağrılmaya hak kazanabiliyor.
Matematik, Türkçe, Fen Bilimleri, İngilizce ve Sosyal Bilimler olmak üzere 5 bölümden 25’er, toplam 125 sorunun sorulduğu ve her bölümden en az 5 net doğru yanıtın bir ön koşul olduğu sınavda, 134 kişiden 126’sı, 5 doğru şartını dahi yerine getiremiyor.
Sınav sonuçlarını Yenidüzen’e değerlendiren eğitimcilerimize göre, bu sonucun ana nedeni, akademiye giriş sınavının geç yapılması; nitelikli öğrencilerin yurt dışındaki ve yurt içindeki üniversitelere halihazırda kayıtlarını yaptırmış olmaları.
Bunu, tek neden olarak değil de, nedenlerden biri olarak görebiliriz elbette.
Ama işin kötüsü, eğer neden buysa, durum sanıldığından daha da beter demektir.
Yani bizim ülkemizde ilkokul öğretmenliği, bir ‘son tercih’ mi?
Liseyi bitiren öğrenciler mümkün olan bütün eleklerden geçtikten sonra, geriye kalanlar öğretmen mi oluyorlar?
Başta İngiltere olmak üzere Avrupa ve az bir miktarda da olsa Amerika...
Sonra Türkiye...
Sonra Güzelyurt ODTÜ, Doğu Akdeniz Üniversitesi, Yakın Doğu Üniversitesi, Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi, Girne Amerikan Üniversitesi, Lefke Avrupa Üniversitesi...
Bütün bu elemelerden geçemeyenlere de Atatürk Öğretmen Akademisi mi kalıyor?
‘Hiçbir şey olamadım, bari öğretmen olayım’ noktasına mı getirdik işi el birliğiyle?
***
İlkokul, kreşten başlayarak üniversiteyi de içine alan eğitim yolculuğunun belki de en önemli ayağı.
Genetik özellikler, ailevi ve çevresel faktörler bir yana, ilkokul, bir insanın temel harcının atıldığı yerdir.
Ve bu harcı atacak olan öğretmenlerin iki temel özelliğe sahip olması gerekir.
Bunlardan ilki, bilgi kalitesi!
İkincisi de mesleğe karşı duyulan sevgi!
Gelinen aşamada, öğretmen adaylarımızda ne birinin ne de ötekinin yeterli olduğu sonucu çıkıyor maalesef ortaya.
Bilgi kalitesini zaten sınav sonuçlarına bakarak görebiliyoruz.
Akademi, eğitimde son tercih olarak görülür noktaya geldiğine göre, bu durumda burada ‘öğretmenlik aşkı’ da söz konusu değil.
Peki ne kalıyor geriye?
***
Bütün bunlar, sistemin geldiği aşamanın açık ilanı aslında.
Yıllar yılı uygulanan yanlış eğitim politikaları...
Gelişmiş dünya ülkelerinde yürürlükte olan çağdaş eğitim metotlarının değil, eğitim bilimiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan siyasetçilerin öngördüğü geleneksel yöntemlerle yürütülmeye çalışılan, hükümetler değiştikçe yap-boz tahtasına dönüşen bir eğitim sistemi...
Ticarethane mantığıyla açılıp işletilen bir üniversite sektörü...
Üniversiteleri değerlendirirken, akademik üretimin değil de öğrencinin okula, bakkala, markete, ev sahiplerine, kafelere, lokantalara bıraktığı paranın hesabının ana kriter olarak dikkate alınması...
Ve herkesin ama herkesin üniversite mezunu olabilmek için uğraştığı, gerek öğretmen akademisi gerekse zanaat eğitiminin giderek önemsizleştirilip sıradanlaştırıldığı bir sistem yaratan devlet!
Gelinen aşamada, eğitim alanında faaliyet gösteren herkes, öğretmeninden eğitim bilimcisine, akademi yönetiminden eğitim bakanlığına kadar herkes ve her kurum, kalıcı, kaliteyi aşağılara değil yukarılara çekme kapasitesine sahip yenilikçi ve yapıcı bir eğitim sistemi yaratmak için kafa yormalıdır.
Kolejleri açıp kapatmakla, eğitimi kurtarmak mümkün değildir.