Başlık şaşırtıcı gelebilir; hele özgürlüğün cari demokrasilerin en gelişmişinden en az gelişmişine evrensel ölçekte her gün biraz daha gerilediği, baskının/gözetimin doğrudan veya dolaylı biraz daha arttığı bir zamanda. Hemen belirtelim, cümle J.P.Sartre’a aittir ve söylendiğinde öncelikle aydınları/entelektüelleri işaret ediyorduysa da aslında muhatabı Fransız halkının tümüydü ve tamamı da şöyleydi: “Hiçbir zaman, Alman işgali altında olduğumuz dönemlerdeki kadar özgür olmadık.!” İlk bakışta paradoksal gibi görülen bu ifadede Sartre’ın kastettiği şuydu: Alman işgali altında özgürlüklerini yitiren Fransızlar şimdi bir seçim yapmak zorundaydılar ve bu seçim onların özgürlüğü ne kadar hak ettiklerinin, bu uğurda bedel ödemeye hazır olup olmadıklarının göstergesi olacaktı. Ortaya koyacakları tavır bakımından durum açık ve netti; ya direnişçi olmayı seçeceklerdi, ki bu canlarını tehlikeye atacak kadar zor ve kahırlı, ama onurlu olanı seçmek demekti; ya da canlarını kurtarmak pahasına, ama onursuz yaşama razı olmak suretiyle, boyun eğeceklerdi. Büyük bir özveriyi ve kararlılığı gerektiren bu kritik aşamada yapılacak seçimin anlamlı ve ahlâkî olacak olmasının nedeni de içkin olduğu bu özgül ağırlıktı. Sartre bütün bunların -anlam, onur, haysiyet, ahlâk- sınanacağı bu kritik ve o ölçüde de şaşmaz zemini ‘aşırı durum’ ( aşırı, çünkü artık gidilecek yol kalmayacak kadar bir uç nokta söz konusuydu; bıçağın kemiğe dayanma, son kerteye varma hali) olarak nitelendiriyordu. Sergilenecek tavrın, yapılacak seçimin mahiyetiydi ki ona gerçek anlamını, değerini verecekti. İşte tam da burada Sartre’ın ifadesiyle “hiçbir zaman olmayacak kadar özgür olma” durumunun açığa çıkması ise, hem özgürlüğe hiç bu kadar mecbur olunmadığı ve hem de koşullar ne olursa olsun, özgürlük ne kadar engelleniyor, özgür irade ne kadar müdahaleye maruz kalıyorsa kalsın, bunlara muhatap olan ‘insan’ kişinin ‘özgürlüğü seçmesinin ve bunun için mücadele etmesinin’ engellenemeyeceği, tam aksine en çok böylesi zamanlarda ‘özgürlüğü seçmek ve mücadele etmek” özgürlüğünün söz konusu olacağı/ olması gerekeceği gerçeğini işaret ediyor olmasından kaynaklanıyordu. Bu seçimi yapanların son kertede kazananlar olması ise gösterilen dirayetin, ödenen bedelin karşılığı oluyordu.
İdealler ve değer yargıları
Modern insanın sahip olduğu sınırlı ömrünü, hem kendisi için hem de toplumsal ölçekte anlamlı kılma çabasının onu aktif bir özne haline getirdiği dönemlerden bu yana bu yönde gösterdiği gayretler, aynı zamanda ona bazı ayrıcalıklar da yüklüyordu. Bilginin öğrenilmesinden geliştirilmesine ve yeniden üretilmesine; dünyanın, olay ve olguların anlamlandırılmasından açıklanmasına ve yorumlanmasından dönüştürülmesine; toplumsal yaşamın düzenlenmesinden geliştirilmesine ve yeni düzenlemelerin yapılmasına kadar, siyasal-ekonomik-kültürel alanlara dâhil olan birçok şey, birey olarak insanın zihniyet ve eylem dünyasında karşılığı olan, onun varoluşsal konumunu belirleyen müktesebatı ifade ediyordu. Sonuç olarak modern insanda dünya görüşü, düşünce ve inançlar, değer yargıları, idealler ve amaçlar olarak içselleşip anlam kazanacak bütün bu gelişmelerin yaşamsal bir işlevselliğe ve nitelikli bir süreç haline dönüşmesi ise öncelikle bu kapsamda yapılacak seçimin mahiyeti, edimselliği ve de bununla sürdürülecek tutarlılık ilişkisi bağlamında şekillenecekti. Yaşamın içinde aktif bir özne haline dönüşen modern insan sahip olduğu yetileri ve birikimleriyle, bir yandan kendi dışındaki yaşam alanları ile dinamik ve dönüştürücü bir ilişki kurarken, bir yandan da bu yeti ve birikimlerini kendi içinde bir tutarlılık -varoluşsal bir tutarlılık- olarak sürdürmeye çalışacak ve bunu yerine getirebildiği oranda da ‘insan’ olmanın sorumluluğunun gereğini yapmış olacaktı. Bir başka ifadeyle bireyin düşünce(söz) ve eylem(edim) dünyasında yer alış biçiminin niteliği; seçtiği ve benimsediği dünya görüşünün (isterseniz siyasal ideoloji de diyebilirsiniz), düşünce ve ideallerin ve amaçların ne olduğu, onları ne kadar sahiplendiği, nasıl uyguladığı ile olduğu kadar, nasıl yaşadığı ve ne oranda tutarlılık gösterdiği ile de doğrudan ilişkiliydi ve ancak bu bütünsellik içinde bir anlam ve geçerlilik kazanacaktı.
‘Düşünce/eylem(söz/edim)’ -ya da ‘dış(sal) yaşam’/‘iç(sel) yaşam’- bütünlüğü ve tutarlılığı olarak da ifade edilecek olan bu ‘zor’ ve ‘meşakkatli’ davranış ya da duruş halinin sınanacağı zemin ise, artık ‘mış gibi’ yapmanın, ‘gibi görünmenin’, ‘kandırmacanın, ‘sahte gerekçelerin’ hükmünün geçerli olmadığı, gidilecek yolun, arkasına saklanacak hiçbir mazeretin kalmadığı, bir başka ifadeyle gerçekliğin bütün çıplaklığıyla açığa çıkacağı, ‘kıldan ince kılıçtan keskin’ bir sırat köprüsü olma özelliği taşıyan, Sartre’nin ‘aşırı durum’ olarak nitelendirdiği buluşma noktasıydı.
Gündelik hayat içindeki sıradan ilişkilerimiz kapsamında olduğu kadar; (siyasal) ideolojilerimiz, yüksek ideallerimiz, inançlarımız ve düşüncelerimiz çerçevesinde attığımız her adımı, söylediğimiz her sözü ve eylediğimiz her işi ve nihayet bütün yaşamımızı, son kertede anlamlı/ahlâkî bir zemine oturtma ve haklılaştırma çabası içinde bulunduğumuz gerçeği göz önüne alınırsa; o zaman neyin, ne kadar ve nasıl anlamlı/ahlâkî olduğunun tanımlanması ve anlaşılması da önem kazanmaktadır. Bu bağlamda Sartre’ın, nirengi noktası olarak bedeli ağır ‘aşırı durum(lar)’ ve bu durum(lar) karşısında yapılacak seçim(ler)i esas almasının, sadece makro meseleler için değil mikro meseleler için de geçerli olduğu, yaşamın her alanında ve her seviyesinde yaşananlar kapsamında sergilenen, buralarda da görmeye alışkın olduğumuz, ikiyüzlülükler, riyakârlıklar, fırsatçılıklar, ‘gibi görünme’, ‘mış gibi davranma’ halleri ve sahtekârlıkları ve de dahası bütün bu rezillikleri haklılaştırma kurnazlıkları düşünüldüğünde, dikkate değer bir önerme olduğu aşikârdır.
Bir ‘aşırı durum’ hali
Eğer böyleyse, bu durumda çubuğu kendimize çevirip sormamız gereken soru şudur: Ülke olarak gelinen aşamada yönetim biçimi, ilişkileri, içkin cari gerçekleri ve üstüne bir de pandemi eklenmiş sorunlarıyla mevcut ekonomik-siyasal-toplumsal ortamının verdiği görüntü, ‘bıçağın kemiğe dayandığı’ bir uç nokta, Sartre gibi söyleyecek olursak bir ‘aşırı durum’ hali olarak nitelendirilebilir mi? Daha anlaşılır olmak bakımından, aktüel gelişmelerden hareket edip, somutlaştırarak soralım: Cumhurbaşkanlığı seçimi süreciyle başlayan (Tatar’ın seçimi kazanması ve hainlerin(!) bertaraf edilmesiyle amacına ulaşan), seçim sonrasında UBP Kurultayı kapsamında yaşanan gelişmelerle devam eden ( ‘müdahale bıçağının’ sadece hainleri değil, gerektiğinde kendine tabi olanları da doğramaktan geri kalmayacağı gerçeğini açığa çıkaran ibretlik olay) ve elan süren hükümet krizi ve de ufukta görünen erken seçim ihtimali nedeniyle de muhtemelen devam edecek olan ‘özgür irade’ye yönelik müdahale, hele ardındaki zihniyetin mahiyeti ve bu konudaki pervasızlığı da göz önüne alındığında, ülkenin bugünü ve geleceği adına neyi anlatıyor. Hamaset ve kandırmaca nereye kadar; bu tablo bir ‘aşırı durum’ halini ifade etmiyor mu? Ya da geriye yaslanarak geçmişten bugüne daha geniş bir pencereden bakmaya çalışalım: Gördüğümüz, ülkede siyasetin sınırlarının büyük oranda dışardan çizildiği; siyaseten var olabilmek için bu sınırlar içinde hareket etme koşulunun geçerli olduğu, bunun siyaseti patronaj ilişkilerden ibaret bir oyundan ve de en fazla ‘mış gibi..’ yapmaktan ibaret kıldığı; bu durumun keza siyasal yelpazedeki farklılıkları birbirine benzeştirerek siyasete olan güvensizliği artırdığı gibi, geçen zamanın toplumda giderek artan oranda ‘beyhudelik hissi’ne, ‘umutsuzluk’ haline yol açtığı geçekliğiyse, bu aynı zamanda artık bir ‘uç nokta’yla, ‘aşırı durum’la karşı karşıya kalındığının da işareti değil mi?
Gençlerin organize ettiği, farklı kesimlerin aynı varoluşsal taleplerde buluştuğu, siyasetin, ilişkilerin daha özgür ve daha saygın temelde yeniden kurulmasına yönelik “Demokrasi ve İrade Yürüyüşü” devam ederken aklıma bu sorular düştü; Sartre’nin veciz cümlesini de o gece yürürken hatırladım:
“Hiçbir zaman şimdiki kadar özgür olmadık.!”