Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com
”İnsanlar kötü şeyleri unutmak ve yalan da olsa iyi şeylere inanmak ister. Böylesi daha zahmetsizdir.”
(Rashomon filminden)
Kurosawa, ünlü filmi Rashomon’da 12. yüzyıl Japonyası içerisinde bir ormanda yaşanan cinayeti konu almıştır. Cinayet, olayı yaşayan üç kişi ve bir tanık tarafından sırayla anlatılmaktadır. Karısıyla uzun bir yola çıkan bir samuray ormandan geçerlerken olanlar olur. Bu hikâyenin gerçek hâlini anlatmak bile imkânsızdır. Çünkü dört hikâye de birbirinden farklıdır. Samuray, karısı, ormandaki bir haydut ve bir de onları uzaktan izleyen bir oduncu, ana unsurları tamamen farklı dört ayrı hikâye anlatmaktadırlar. Herkesin kendi zayıflıkları vardır ve belli ki bu zayıflıklardan dolayı dördü de yalan söylemektedir. Son anlatıcı olan tanığın doğru hikâyeye en yakın olanı anlattığını düşünebiliriz. Ancak o bile bir nedenden ötürü yalan söylemektedir. İşin şaşırtıcı tarafı anlatıcıların üçünün de filmde yüzü gösterilmeyen hâkime samurayı kendisinin öldürdüğünü iddia etmesidir. Çünkü ancak bu şekilde hikâye anlatıcısı kendisini yüceltebilecektir. Bu muhteşem Kurosawa filmi bize adeta gerçeği asla bilemeyeceğimizi, çünkü her olayın insanların bakış açılarındaki “kendilerini kayıran yanlılık” yüzünden saptırılmış olarak algılandığını ve algılatıldığını söyler. Bizim kişisel hikâyelerimiz de bu gerçekten nasibi alır. Sürekli olarak hem kendimize hem de başkalarına yalan söylediğimize göre gerçek hikâyemizi nasıl bilebiliriz?
İki Hikâye
Bir anlamda çoğu insanın iki hikâyesi vardır: Biri yalan biri hakikat, ve diyebiliriz ki çok az insan hakiki hikâyesinin farkına varabilir. Çünkü bu hikâyenin farkına varmak için insanın kendi yalan hikâyelerinden sıyrılması gerekir. Bir ömrü boyu tutunduğumuz bu hikâyelerden kopmak pek kolay bir iş olmasa gerek.
Kişinin yalan ve saptırılmış olan hikâyesi, kendisinin ve başkalarının düşüncelerinden oluşan yapay ve kurgusal bir hikâyedir. Yapaydır çünkü “yapılmış”, zihinsel olarak imal edilmiştir, doğal ve gerçek değildir, kendi gerçek yaşantılarının hikâyesi değil, o hikâyeyi kendisine nasıl anlattığıyla ilgilidir bu. Bu anlatı başkalarının ona verdiği dönütlerle de biçimlenmiştir. Başkaları ona iyi ve harika olduğuna ilişkin sözler söylemişse bunu hikâyesine katabilir ya da sıklıkla bencil, berbat ve kötü biri olduğunu duymuşsa kendi öyküsünü yaratırken bu düşüncelerden de paylar alır.
Bizler hikâyelerimizin kurbanlarıyız. Yanlış, eksik ve anlamsız hikâyelerimizle kendimizin ve başkalarının hayatını kötüleştiririz. Bunu sadece bireyler olarak değil, bir aile ve bir toplum olarak da yaparız. Başlangıçta “berbat’ bir insan olduğumuza ilişkin bir öykü yazmışsak, başkaları tersini söylese de o öykü alttan alta sürüp gider. İnsanın kendisinin tek bir kişi olarak varsaydığı ana öyküsüne karşın, aslında bu tek kişinin içinde alt hikâyeler de sürüp gitmektedir. Birisinin arkadaşı, diğerinin sevgilisi, bir baba ya da anne, bir çocuk ya da meslek sahibi bir kişi olarak hikâyeler. Bu hikâyeler çoğu zaman birbirleriyle uyumsuzdur ve kişiyi sürekli bir karmaşa ve verimsizlik içine sokarlar. Bir rolümüzü oynamak için takındığımız tutum ve davranışlar bir diğeriyle çelişir. Kendimizi bulmakta ve kim olduğumuzu anlamakta zorluk çekeriz.
Hikâyelerimizde başarılı olur, acı çeker, haksızlıklara uğrar, başkalarına acı veririz. Sonra bunları sahiplenir ya da inkâr ederiz ve kim olduğumuzu bunlarla belirleriz. Başkalarına da aynı şeyi uygularız. Birbirimizi karşılıklı olarak hikâyelerimizle kısıtlar hapsederiz. Neden hikâyelerimizden özgür olamayız peki? Neden hayatımızın çoğunu kurduğumuz oyunun duvarları arasına sıkışarak geçiririz? Neden yalnız kaldığımız zamanlarda bile hâlâ daha içimizdeki başkalarıyla oyunlar oynamaya, cebelleşmeye devam ederiz. Hayatı bir tiyatro olarak değil canlı ve dinamik bir gerçeklik olarak yaşamayı neden beceremiyoruz peki? Hikâyelerimizden özgür olmayınca yaşamın o an gerektirdiklerini yapmaktan, hissetmekten ve yaşamaktan yoksun kalıyoruz. Yaşamdan ve kendimizden kopuk yarı ölü şekilde yaşıyoruz.
İnsan samimi bir şekilde kendi yaşantılarının gerçek tarihine baktığında bunların kendisine özel şeyler olarak tanımlayabileceği bir hikâye olmadığını görür. Yani belli bir zaman ve mekânda tamamen ona özgü ve onu diğer hikâyelerden ayırt eden bir geçmişi yoktur insanın. Hafızamın kıvrımlarında zorlayarak bulup çıkardığım “benim hikâyem” diyebileceğim şeyler aslında öyle olduklarını varsaydığımız ve onları “öyle” olmaya zorladığımız, bir bakıma sürekli olarak onları tekrar ederek kendimize hatırlattığımız bir anlatıdan başka bir şey değildir.
Bu hikâyeyi, tutup zorla kendimize ait yapmaya çalışarak, sanki de kendimizi dünyadan ayrık özel bir “ben” olarak sonsuzluğa kazımak isteriz. Bir zamanlar yaşamış olan Sayın X’in, onun zorluklar, haksızlıklar, kimi zaman başarılarla dolu hikâyesidir bu. Elbette bir hikâye yazmak da belli bir sosyal sınıfa özgür bir “ayrıcalıktır”. Küçük yaşta ölmüş bir çocuğun hikâyesi nedir peki? Ya da açlık ve sefalet içinde yaşayan ya da yaşamış olan milyarca insana ne demeli? Onların bir hikâye yaratacak zaman ve enerjileri bile yoktu, kısmen yaratmış olsalar bile bu hikâye sefalet ve acılarla dolu bir hikâyedir çoğu zaman. Onların kim olduklarının üzerine kazınacağı bir mezar taşı bile yoktu. Peki, kimdi onlar? Mezar taşları olmadığı ve kimse onları hatırlamadığı için yok olup gittiler mi?
Öte yandan, ne şanslıdırlar bir “hikâyesi” olacak kadar kendi tarihçelerini yazabilmiş olan zavallılar! Onlar kendi filmlerinin kahramanlarıdır. Eğer başkaları da bu filmi biraz izlemiş ve hafızasına kaydetmişse ne mutlu onlara. O zaman bu film daha bir gerçeklik kazanır ve senaryo yazarı bu filme iyice tutunur. Artık sonsuza kadar sürecek bir “benliği” vardır. İnsanların nasıl olup da kendi hikâyelerinin geçiciliğini ve boşluğunu görememeleri ilginç değil midir? Kalıcı bir şeyi ararken insan tam tersini yapar ve geçici olana tutunur.
Gerçek Hikâyeye Ulaşmak
Peki ikinci hikâyemiz nedir? Ya da asıl hikâyemiz. Hakiki bir hikâyemizin olması bir iddia ya da inanç mıdır? Yaşayarak doğrulayabileceğimiz bir gerçek midir?
Eğer bir gün ölüp gideceksek, muhtemelen yüz yıl ya da en iyisinden birkaç yüzyıl sonra yok olmayacak mıdır bize ait diye bilinenler? Örneğin, Sezar’ı ona Sezar diyerek, o çağda yaşamış bir beden-zihin-çevre bütünlüğü olan o organizmayı içinde yaşamış olduğu bütünden ayırıp ona bir isim vererek biz yaratmıyor muyuz? Sezar ya da İsa gibi bazı isimler muhtemelen çok daha uzun süre kalacak olsa da, “onların hikâyesi” de geçirdiği değişimler yüzünden artık pek de kendilerine ait olmayacaktır. Zaten bu hikâyeyi bilip anlayacak bir benliklerinin kalmaması bir yana, hikâyeleri zaman içinde bozulup çarpıtılacak, onlara ait çok az şey aşabilecektir çağları. Gerçekten “ölümsüz” denebilecek birkaç şair yazar ya da sanatçı vardır elbette. Ancak onların nispi kalıcılıkları kendi küçük kişisel hikâyelerinden ileri gelmez, aksine onlar çürüyüp gidecek özel bir geçmişi aştıkları ve kendilerini evrensel değerlere ve ürünlere dönüştürdükleri için zamansız hâle gelmişlerdir. Yani o insanlar aslında evrenin tek ve muhteşem hikâyesine katılmışlardır.
Kendimizle ilgili saplantılı ilgilerimizi bir kenara bırakıp bütün varoluşu, insanları, doğayı, dağları ve ırmakları gözlemleyip onlarla bütünleştiğimizde gerçek hikâyemizin bizim de içine katıldığımız büyük, sonsuz bir hikâye olduğunu sezebiliriz. O herkesin ve her şeyin hikâyesidir.
İşte bu nedenle bütün kişisel ve küçük hikâyeleri büyük hikâyeye ulaşmadıkları sürece tamamlanmamış görüyorum ve reddediyorum. Beni ben yapan şey merkezinden benim olduğum hikâye değildir, aksine bunlara yapışıp kaldığım ve hayatımı bunların ekseninde biçimlendirdiğim sürece gerçek, evrensel ve zamansız potansiyelim daha ben bu hayattayken silinip gidecektir. Storr’a göre, Batı medeniyeti kişisel hikâyeler yazma geleneğini, herkesin mücadele etmek için kendi başına bir şeyler yapmak zorunda olduğu eski Yunan uygarlığından almıştır. Oysa Storr, büyük ovalarda sürekli olarak beraber yaşayan ve tarlalarda birlikte çalışmak durumunda olan Çin insanı kendisini grubuyla beraber tanımlar, kendi kişisel kimliği ancak ait olduğu grup içerisinde anlam bulur. Bugünün dünyasında böyle bir anlayış kişinin bireyselliğini, kimliğini ve hayatta kalma şansını yitirmesi gibi algılanır. Batı medeniyeti öylesine rekabetçi ve bireyci bir düzen yaratmıştır ki, gerçekten de kendi ayakları üzerinde durmak için inanılmaz bir mücadele etmeyen hiç kimse “başarılı” olmuş sayılmaz. Bunun tabii sonucu son derece mutsuz ve gergin insanlardan oluşan bir dünya düzeninin oluşmuş olmasıdır. Oysa nasıl da arzularız, büyük, sağlam, güvenilir bir grubun, bir toplumun içinde yaşadığımız mutluluğu.
Bir toplum için de aynı şey geçerlidir. Yalan bir hikâyeyi tarihselleştiren bir toplum gerçeklikle nasıl bir bağ kurabilir? Gerçeklikle bağ kuramayan bir toplum nasıl kendi kimliğiyle var olabilir? Tarih dediğimiz şey, birilerinin yazdığı bir hikâyedir, tarihin içinden geriye doğru akarak gerçekten yaşanmış olanı tam olarak bilemeyiz, tıpkı Rashomon’daki dört ayrı hikâye gibi. Ancak belki de nesnel tarihçilik anlayışıyla ona biraz yaklaşmayı deneyebiliriz. Bu zorlu bir iş, nesnel ve tarafsız anlamda tarihe bakabilmek kendi toplumuna karşı da eleştirel olabilmenin ve ona dışardan bakmanın zorluklarını içerir. Tarihi anlamaya çalıştığımızda önemli olan kimin ne yaptığı, kimi öldürdüğü hangi savaşların ya da barışların yapıldığı mıdır? Tarihte olmuş olayların anlamları onlardan uzaklaşıp bir bütünün içinden baktığımızda değişim geçirir. Bir olayı anlamak diye bir şeye kalkıştığımızda bile onun ardındaki ve çevresinden sonsuz sayıda şeye bir anlam vermeye başlarız. Giderek bütün dünya birlikte hareket eden, sürekli bir itip çekme, çalkantı, oluşum, bozulma ve biçimden biçime değişim olarak görünmeye başlanır. Demek ki, biz nesnel açıdan bakarak da tarihi tam olarak bilemeyiz. Olayları analiz edip bazı ortak noktaları bu üst ve nesnel bakış açılarıyla kavrasak bile bu yeterli olmaz. Tarihi aslında gerçek anlamda şu anki yaşamımızda, izlenimlerimizde ve düşüncelerimizin tamamında bulabiliriz. Çünkü bir insan gerçek anlamda sadece yaşadığı şeyi bilir. Romeo ve Juliet’i bilir ve onlar için ağlarız çünkü kendi yaşantımızdaki aşkı, sevmeyi ve kaybetmeyi biliriz. Hitler’in zalimliklerini kendi içimizdeki hırslı ve zalim kişiden dolayı biliriz. Bir şairin duygularını ve şiirlerini benzer şeyleri yaşadığımız ölçüde biliriz. O zaman, yaşanmış olan her şey “benim içimde” yaşanmıştır diyebiliriz. Geçmişte olmuş olan her şeyin özünü, geride kalan hakikatini ben şu anda bilebilirim. Belki detayları ya da olayların önemsiz unsurlarını bilemem, ama evrende olan hiçbir şey bana yabancı değildir. Çünkü geçmiş burada yaşamaktadır, insanların davranışlarında, şehirlerde, binalarda ve doğada. Geçmiş geride kalmamıştır, sadece daha görünmez bir şekilde bir his, bir doku, bir katman olarak vardır. Atmosfere geçmişte saldığımız zehirli gazlar gibi, hâlen burada ve çevremizi sarmaktadırlar. Ya da tıpkı dünyanın başlangıcından beri üretilen bütün doğal unsurların, havanın, bitkilerin, canlıların, kültürün vs. hâlâ yaşaması ve çevremizde olması, bizi etkilemesi gibi geçmişte bize yaptığı etkiyle var olmaya devam etmektedir. Geçmiş dediğimiz şeyin bu andan kopuk bir gerçekliği yoktur. Geçmiş yoktur, sadece kayıtlar ve anılarla yaratılan bir hikâyedir o.
Biz dünyanın bizden bağımsız olarak var olmuş olduğunu ve biz ölünce de var olmaya devam edeceğine inanırız. Oysaki bu yanlıştır, her şeyi biz yarattık. Kendi algımızın ve dünya tasarımımızın mimarıyız. İnsan nasıl bir dünyada yaşayacağını düşünceleriyle, başkalarına davranışlarıyla, inandığı şeyleri seçerek ve bu inançlara göre yaşayarak her gün ve aktif bir biçimde yaratır. İnsanın cahilliği her şeyi kendisinin yarattığını unutması, inkâr etmesi ve gerçekliğinin oluşumundan ve özellikle de dünyasına verdiği anlamdan aslen kendisinin sorumlu olduğunu inkâr etmesindedir. Bir kez bu sorumluluğu tam anlamıyla kabullenen ve dünyayı nasıl yarattığını geçmişinin karanlık dehlizlerine bir göz atarak sezebilen insan artık özgür bir insan olacaktır.
Bu yaratımların en korkunç olanı toplumsal baskının ve kandırmaların etkisiyle “birey” oluşumu yaratışımdır. Şu an kendimi ayrı bir birey gibi hissetmeye koşulladım. Böylece ölünce bütün her şeyden kurtulacağım, bütün dertlerim sona erecek, belki sevinçler de onlarla birlikte gidecek. Ama en azından acı çekmemiş olacağım artık. Ancak buna inanıyor olmamız bunun doğru olduğu anlamına gelmiyor. Hem bir tarafımızla ölmekten korkuyoruz hem de onu son çaremiz ve kurtuluşumuz olarak görüyoruz. Ancak bu doğru bir anlayış değil. Hepimizin huzursuz olmasının, yani bir türlü tam bir huzur, güven ve neşeyle yaşayamıyor olmamızın nedeni de bu vazgeçemediğimiz inanç. Sorumluluk almaktan kaçmak için her şeyi yapabiliriz, her şeye inanabiliriz. Bu dünyanın bütün yükünü üstlenmek ve geçmişte olmuş ve gelecekte olacak olan her şeyin sorumluluğunu “kendimiz için” üstlenmek kolay değildir elbette. Ama buna mecburuz ve bundan asla sonsuza dek kaçamayız. Biz Gepetto Usta’nın yarattığı Pinokyolar değiliz. Buna inanmayı seçsek bile gerçek değişmez. Kendimize hikâyeler yazıp sonra senaryoyu bizim yazdığımızı görmezden gelip kendimizi rolümüzün içine kapatarak özgürlüğün ürpertici gücünden kaçmaya çalışıyoruz. Oysaki tam tersine, mutluluğumuz gerçekte kim olduğumuzu hatırlamaktan geçer. Buna Bankei “doğmamış olan” der. Her birimiz doğmamış olanın farkındalığıyla yaşamalı, doğmuş ve yok olacak olana bağlanmaktan kaçınmalıyız.
Öykü Öncesi Kimliğe Ulaşmak
Bilmenin anlamını, nasıl dünyayı bildiğimizi doğru bir şekilde kavramak tarihi ve öykülerin anlamını da kavramaktır. O zaman kendi yaşantımız yoluyla dünyanın gerçek öyküsünü derinden sezebilir, iliklerimizde duyumsayabiliriz. Geçmişle ve yaratılmış her şeyle olan bağımız bu dünyanın yaratıcı bir parçası olmamızdan doğar. Geçenlerde her zaman okumak istediğim ama bir türlü fırsatını bulamadığım Kazancakis’in Zorba adlı romanını elime aldım. Kitap hakkında tek bildiğim şey yüzyılın başlarında yaşamış efsanevi bir karakter olan Zorba’nın hayatını anlattığıydı. Ancak kitabı akşamüzeri loş bir ışıkta elimde tutarken sessiz bir zihinle içinde olanların güzelliğini duyumsayabiliyordum sanki. Duyumsadıklarım neydi aslında? Muhtemelen içinde olan olaylarla ilgili değildi bu duyumsama. Sessizlik ve saygıyla kitabı elimde tutarken akan hisler, yaşanmaya değer bir yaşam yaşamış herhangi bir insanın o yüce ve anlatılmaz hikâyesinden gelen sonsuz esintilerdi.
Bir yaşamı değerli kılan, bir hikâyeyi ölümsüz yapan nedir peki? Bunun varoluşun bütünlüğü ve asıl yüzüyle bir ilgisi olması lazım. Bir yaşam kendisi olabildiği zaman değerlidir zaten, başka birisi tarafından değerli olduğunun onaylanmasına gerek yoktur. O değer kişinin içindeki sakin ve kararlı bir sevinç ışımasıyla kendi kendisine hediyelerini verir. O kişi gizli ve sonsuz hikâyesini hakkında hiç konuşmadan bilir. Zamanın yudum yudum akışından ve anları görevini yapmanın hazzıyla tamamlamaktan mutludur. Bir hikâyeye sahip olma peşinde koşmadığı için bu dünyada hakkında tek şey dahi bilinmeyen hikâyelerin kahramanı, izleyicisi, yaratıcısı ve oyuncusudur. Tıpkı isimsiz rüyalarda birçok hikâyenin kahramanı oluşumuz, özgürce onları yaşayışımız gibi. Sürekli panik hâlde devinen ve dışsal maceralara kahraman olmak isteyen insanların anlayamayacağı hikâyelerin tadını çıkarırız, onlardan öğrenir ve varlığı büyütürüz.
Bu hikâyelerin öteki dünyalara ait fantastik şeyler olduğu sanılmasın. Hakiki hikâyeleri yaşamayı bilen için onlar bu dünyanın sıradan günlük yaşamının içindedirler. Bir elmayı soymak sonsuz bir hikâyedir. Sadece bir elmayı soymakla meşgulseniz yaşayabilirsiniz bu hikâyeyi. Bulaşıkları yıkamak ayrı bir muhteşem hikâyedir. Onların yemek artıklarıyla kirletilmiş zavallı gezegenler olduğunu bilirsiniz ve siz bu gezegenleri tekrar eski tertemiz hâline getirmek için destansı bir savaş verirsiniz. Suyun üzerlerinden akıtılması ve silinmesiyle pırıl pırıl ortaya çıkan tabakların sevincini yaşarsınız. Bir kitabı okurken her kelimeyi nasıl özenle beyninize yazdığınızı ve aralarındaki bağları kurarak nasıl anlamlı cümleler yarattığınızı düşünmezsiniz ama onu yapanın siz olduğunu ve bu eşsiz işlem yoluyla yazarın hakikat dünyasından kıymeti ölçülemez hazinelere dokunuşunuzu doğrudan yaşarsınız. Bu olağanüstü bir savaştır, çünkü o hazineleri çıkarmak, duyumsamak ve sizin bir parçanız yapmak için hayal gücünüzü, yaratıcılığınızı ve zekânızı son kertede kullanırsınız. İşte böylece o romanın kahramanının hikâyesini an be an siz de yaşarsınız. Peki, bunu o sırada kendi küçük ve yalan hikâyelerinizle meşgul olurken yapabilir miydiniz?
Kendi hikâyelerimiz birbirleriyle bile uyuşmaz çoğu zaman. David Brazier’e göre uyumsuzluk kendimize kendimizle ilgili söylediğimiz öykülerden gelir. “Yaşamda üstlendiğimiz her proje bize toplumda bir rol verir. Birçok projemiz olduğundan öykülerimiz her zaman tutarlı değildir, aynı şekilde rollerimizde birbirine uymaz. Bu yaşamımızı zenginleştiren bir yardımcı da olabilir ya da biz bütün alt-hikâyelerimizi kapsayan bir üst öykü bulmaya doğru evrilirken içsel çatışmalara da neden olabilir…”
Kişinin ruhsal esenliğiyle en yakından ilgilenen Zen’in görüşünü Brazier şöyle ifade eder: “Zen her şeyi kapsayan bir üst-öykünün kurgulanmasının peşinde koşmaz. Daha çok öykü-öncesi bir kimliğe ulaşmayı hedefler: bizim ya da bir başkasının bizi dünyaya getirmezden önce sahip olduğumuz yüzümüze. Eğer bu şekilde kökümüze dönebilirsek, o zaman hiç biri tarafından köle edilmeden bütün hikâyelerimizin değerini takdir edebiliriz. Bunu yapabilen bir terapist gerekli olan bölümü özgürce oynayabilir. Bunu yapabilen danışan artık nevrotik üzüntülere yakalanmayacaktır.” (Zen Terapisi, David Brazier)
Yaşam Öyküsünün Silinmesi
Kendi hikâyemizi sürekli kendimize yaptığımız içsel konuşmalar yoluyla sürdürürüz. Bir süre sessiz kalıp nefesimize odaklanmak istersek bu konuşmadan kurtulmanın ne kadar zor olduğunu görürüz. Kendimize çevremizdeki olaylar ve insanlar hakkında sürekli bir şeyler anlatırız, bazen hayali konuşmalar yaparız. Kendimize kurduğumuz küçük dünyayı sürdürerek bir duvar öreriz dünyayla aramıza. Carlos Castaneda’nın Kızılderili bilge Don Juan’la yaptığı çalışmaları anlattığı kitaplarından biri olan İxtlan Yolculuğu’nda Don Juan şöyle der: “En iyisi yaşam öyküsünü silmektir... Zira, başkalarının bizleri tökezleten düşüncelerinden erkin kılacaktır bu bizi.”
Don Juan çömezi Castaneda’nın özgürleşmesini ve gerçek dünyanın gizleriyle bağ kurmasını istemektedir. Ancak ona göre, dünya hakkında kesin diye düşündüğümüz bilgiler, dünyanın insanı canlı ve gerçek kılan giziyle temas kurmasını engeller ve bu da yaşamı boşa yaşamak demektir. “Anlamaya çalış, iki seçeneğimiz var yalnızca, ya her bir şeye gerçek ve kesin diye bakarız ya da öyle bakmayız. Birinci yolu tutarsak, kendimizden de dünyadan da bir tat almayız, sıkıntıdan patlarız. İkinci yolu tutar da yaşamöykümüzü silersek, bi sis yaratırız çevremizde, tavşanın nerden çıkıvereceğini kimsenin, kendimizin bile bilmediği son kerte çoşkulu ve gizemli bir durum yaratırız.”
Açıkça görünmektedir ki, Kızılderili dünya görüşünü temsil eden Don Juan’a göre, başkalarının ve bizim kendimizin hakkındaki düşüncelerinden oluşan yaşam öykümüz bizi tek, sıkıcı, bilinen ve manipüle edilebilen bir insana dönüştürür. Böylece yaşamın gerçek doğasından gelen gizem, değişim, büyü, keşif gibi yaşama sevinci ve coşkusu veren değerleri kaybederiz.