Hınç kavramını ele alan ilk düşünür Friedrich Nietzsche oldu. Nietzsche, Romalılar karşısında eziklik duyan ve aciz olan Yahudilerin hınca kapıldıklarını ve Hıristiyanlık dininin de bu hınç duygusunun ürünü olduğunu ileri sürer. Yahudilerin görkemli Romalılardan intikam alamayacak kadar aciz oldukları için başka bir yola başvurduklarını ve Romalıların değerini değersizleştiren Hıristiyan ahlakını kurduklarını savunur. Nietzsche Hıristiyan ahlakını “köle ahlakı”, yani “aşağı” ve “küçük insanların ahlakı” olarak görür.
“Köle ahlaklı insan”, kıskançlık, garaz, güçlü kişileri ve değerleri değersizleştirme eğilimi içinde olan hınç-insanıdır.
Hınç-insanı dürüst, açık ve şeffaf değil. Tenha yerleri, gizli yolları, arka kapıları, kısacası gizli-saklı şeyleri sever. Saf olmadığı gibi, son derece kurnazdır da. Kendi güvenliği, çıkarları, kısacası hayat-ı idame etmesi her şeyden önce gelir. Yerine göre, sessiz kalmayı, beklemeyi ve unutmayı bilir.
Hınç-insanı için kurnaz ve hesaplı olmak varlığının en önemli koşuludur. Kıskançlık ve intikam hırsı onun için normdur.
Hınç-insanı kendini “kötü öteki” üzerinden tanımlar. Böyle biri yoksa onu yaratır, çünkü ancak o zaman kendisinin “iyi ve değerli” olduğuna inanır.
Max Scheler, “Hınç” adlı kitabında Nietzsche’den farklı olarak, hıncın kaynaklarını Yahudi/Hristiyan geleneğinde değil, modern toplumlarda arar. Scheler için hınç Hıristiyan dininin ürettiği “köle ahlakı” ile ilgili değil, modern zamanların siyaseten ve görünüş itibarıyla eşit saydığı ama toplumsal eşitsizliklere mahkûm ettiği insanların kaçınılmaz duygu dünyasıdır. Kendilerini ötekilerine eşit sayan ve onlarla kıyaslayan insanlar, gerçekte eşit olmadıklarını anlayınca, kin, öfke, garaz ve hınç duygusuna kapılırlar. Layık olmadıkları bir konuma itildiklerini, “tıkanıp engellendiklerini” düşündüklerinden, sahip olmak istedikleri değerlere sahip olanlara karşı hınç duygusuna kapılırlar. O kişilerle birlikte sahip oldukları değerleri de değersizleştirmeye koyulurlar.
Bu yüzden Max Scheler hınç kavramını “küçümseyici, değersizleştirici garaz” olarak tanımlar. Kızgınlık, garaz, intikam isteği ve haset gibi duyguların varlığı ille de hınç olarak değerlendirilemez. Hatta kendi başına değersizleştirme, kötüleme ve haset de hınç sayılmaz. Hınç duygusunun oluşması için bu duyguları ifade edemeyecek kadar iktidarsızlık, acizlik ve tıkanma halinin ortaya çıkması gerekiyor. Siyasi eşitlik ile toplumsal eşitsizliğin, maddi varlıkla siyasal güçsüzlüğün hüküm sürdüğü ortamlarda hınç duygusunun kabarması kaçınılmaz olur. Aynı şekilde, beklenti ve hırsların imkânlardan daha ileride olduğu durumlarda hınç duygusu güçlenir.
Scheler’e göre hınç, “zihnin kendini zehirlemesidir.”
Buraya kadar yazdıklarımızdan “değersizleştirici garazın” modern zamanların kaçınılmaz bir özelliği olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Fakat Kıbrıs Türk toplumuna baktığımız zaman, bu genel ve evrensel durumun ötesinde kendine özgü nedenlerle de hınç duygusunun güçlendiğini görürüz. Kıbrıslı Türkler “toplum” kavramından çok “cemaat” kavramı ile tanımlanabilen bir insan topluluğudur. Ve her cemaat gibi, görünüşte Kıbrıslı Türkler de “eşitlikçi” bir topluluk oluşturuyor. Cemaatin algısında herkes “aynıdır” ve “aynı değere” sahiptir. Herkes kendini her yere ve her mevkie layık görür ve herkesle kıyaslama hakkına sahip olduğunu düşünür. Fakat imkânların kıtlığından ve var olan eşitsizliklerden ötürü gerçek hayatta herkes bir biçimde kendini “tıkanmış” ve “engellenmiş” sayıyor. Hiç kimse olması gerektiği yerde olduğunu düşünmez. Herkes daha fazlasını ister. İşte hınç veya “küçümseyici garaz” bu noktada başlıyor. “O kim ki…” diye kurulan cümlelerle herkes herkesi aşağıya çekmek ister. “O da bir şey mi” denilerek bütün değerler değersizleştirilirilir. Kısacası, kedinin uzanamadığı ciğere “mundar” demesi gibi bir durum hâsıl olur. Bu değersizleştirme sonucunda “hiç kimsenin kendi köyünde peygamber olmadığı” gibi bir durum ortaya çıkar. Kıbrıs Türk toplumunda çok eskilere uzanan bu durum, bir zamanlar “Kıbrıs Hastalığı” olarak adlandırılıyordu. Çekememezlik, kıskançlık ve garaz üretmek olarak tanımlanan “Kıbrıs Hastalığı” aslında günümüze kadar devam eden sosyolojik bir olgudur. Farklılaşmaya tahammülü olmayan, farklılaşmayı sorun olarak gören cemaat üyelerinde “birbirine benzemek”, “aynı” ve “aynı değerde” olmak saplantısı garaza yol açıyor. Kendini gerçekleştirme açısından imkânların sınırlı olması durumu daha da kötüleştiriyor. Bu noktada Kıbrıs Sorunu da önemli bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Kıbrıslı Türkler için Kıbrıs Sorunun “Tıkanma” ve “Engelleme” yarattığı aşikârdır. Karşıda Kıbrıs Rum toplumu, yukarıda ise Türkiye faktörü vardır. Bu iki aktör arasına sıkışmış Kıbrıslı Türkler çaresizlik, acizlik ve iktidarsızlık duygusu içindedirler. Bu “iktidarsızlık bilinci” veya içine sürüklenen durumdan çıkılamayacağı duygusu ise toplumu tam bir hınç toplumuna dönüştürüyor.
Yine Kıbrıs Sorununun bir sonucu olarak adanın kuzeyinde toplanmış bulunan ve savaşın belirlediği toplumsal koşullarda kapalı bir toplum hayatı sürdüren Kıbrıslı Türklerin kendine özgü statü ve konum edinme durumu var. Bireysel yetenekler çok fazla dikkate alınmaz. Yapay ortamın yarattığı sahte-eşitlikçilik içinde herkes her şeyi olabileceğini düşünür. Böyle bir ortamda kimsenin hakkı teslim edilmez, çekememezlik, kıskançlık ve garaz gibi duygular öne çıkar...