Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy
M.Ö. 403 yılında Atina’da Otuzlar Tiranlığının yenilmesiyle sonuçlanan iç savaştan (Peloponez
Savaşları) sonra, barış anlaşması imzalanır. Bir uzlaşma metni olan bu anlaşmanın en karakteristik özelliği, Hınç-Yasağı uygulamasıdır. Arhinus’un başını çektiği demokratlar, biraz da Isparta’nın şartlarını kabul ederek, af anlamına gelen Hınç-Yasağı ile yenenlerin yenilenlerden intikam almalarını engellemeyi ve Atina demokrasisini yeniden kurmayı murat ediyorlardı.
Hınç-Yasağının Yunancada adı Mi-mnisikakin idi. Yani hafızanın yaşanan kötü olayları hatırlayıp kötülük yapması, intikam almaya kalkışması yasağı... Barışa ve uzlaşmaya yönelmeyi hedefleyen Mi-mnisikakin, yasa olarak kabul edilir ve ilk Af (Amnesty) örneklerinden biri sayılır. Aristo, bu uygulamayı “devlet adamlığına” örnek gösterir ve över.
Mi-mnisikakin, bir “hatırlama” yasağı değildir. Kötü olayları hatırlamaktan çok, hafızayı kötülük yapma ve intikam alma yönünde kullanmayı yasaklar. Yoksa, Otuzlar Rejiminin kötülükleri unutulmadığı gibi, uygulanan yasal yargı süreçleriyle de her zaman hatırlanmıştır. Mi-Mnisikakin kavramından yola çıkan Nietzsche, Ressentimet (Hınç) kavramını geliştirir ve bu duygunun değerlere yansımasını ele alır. Fransızca Ressentiment sözcüğünü tercih etmesi tesadüf değildir. Çünkü Ressentiment, “re-sentir,” tekrar tekrar hatırlamak anlamına geliyor. Geçmişte yaşanan kötülükleri, haksızlıkları, incinmeleri sürekli olarak hatırlamak, oraya saplanıp kalmak hıncın en belirgin özelliklerindendir. Hınç insanı, şimdinin somut mekan ve zamanında yaşamaz. Hep geriye bakar. Tepkilerini mevcut durumda yaşadıklarına göre göstermez. Geçmişte, başka bir zaman ve mekanda yaşadığı yaralanmalara göre davranır. Hınç insanı geçmişe takılıp kalmıştır ve yaşadığı haksızlıkları aralıksız hatırlar. Nazilere esir düşüp toplama kamplarına gönderilen Avusturyalı yazar Jean Armery’nin dediği gibi, “hınç, hepimizi yıkılmış bir geçmişin çarmıhına geriyor. Geleceğe çıkışın önünü kesiyor.”
Fransız tarihçi Marc Ferro da benzer bir noktanın altını çiziyor: “Hınç duygusunun hüküm sürdüğü yerde geçmiş ile şimdiki zaman arasında kopuştan söz edemeyiz. (...) Geçmiş bütün ağırlığıyla şimdiki zamanda devam eder.” Gille Deleuze, hıncın bilincin baskın bir parçası olduğundan söz eder. Ressentiment’nın şekillendirdiği bu “bilinç parçası”, geçmişte yaşanan acıları ve yaralanmaları sürekli hatırlayarak, bilincin diğer parçalarını da etkisi altına alır ve yönlendirir. Ressentiment üzerine derinlemesine bir inceleme yayınlayan Max Scheller’in dediği gibi, Hınç “zihnin kendisini zehirlemesidir.”
Scheller’e göre hınç dışarıya, intikam isteği, nefret, kötü niyetlilik, haset, kara çalma dürtüsü ve değersizleştirici kin olarak yansır. En önemli kaynağı ise “intikama susamışlıktır” ve temelinde maruz kalınan bir saldırı veya incinme vardır. Yine de hıncın şekillendirdiği bilinç farklı biçimler alabiliyor. Bazen, yaşanan kötülüğü hafifletici ve açıklayıcı nedenler üretebilirken, bazen de kin, nefret, sadizm ve şiddete yol açabiliyor. Hınç mutlaka dost/düşman ayrımı yapmaya yol açıyor, hınç insanı için kaçınılmaz olarak “kötü öteki” vardır.
Türkiye yakın geçmişte belki Kadim Yunan’daki gibi bir iç savaş yaşamamıştır ama esaslı değişiklikler geçirmiştir. Kemalist vesayet düzeni yıkılmış ve bu düzenin aşağı gördüğü ve aşağıladığı muhafazakar/dindar kadrolar iktidara gelmiştir. 2000’li yılların başında iktidara gelen AKP, önceleri herkesi kucaklayıcı, reformcu bir performans sergilemiştir. Ne var ki, ilerleyen yıllarda Kemalist düzeni yıkıp yerine “Yeni Türkiye’yi” kurunca, korkunç bir kin, öfke ve nefret söylemine kapılmış, ötekileştirici uygulamalarla adeta geçmişte yaşanan mağduriyetin intikamını almaya yönelmiştir. Zafer sarhoşluğuyla eski düzenin efendileri olan “Beyaz Türklerle” dalga geçerken, bu kavramın sınırlarını genişletip, bütün siyasi hasımlarını, hatta Kemalizm dışında kalanları da stratejik öfkesinin nesnesi yapmıştır. “Monşerlere” karşı yürütülen hınç kampanyası, “mazlumların” (“kara çocukların”) yeni elitler olarak sahne almasıyla baş başa gidiyor ve bir zamanlar hor görenlerin hor görüldüğü bir iklim yaratıyor.
Günümüzde AKP ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan, ülkenin yarısını ötekileştirirken bellek mühendisliğine başvuruyor ve hıncı bir iktidar stratejisi olarak işlevselleştirip, Hınç mobilizasyonunu körüklüyor. Geçmişte yaşanan olumsuzluklar yerli yersiz ve abartılı olarak hatırlanıp tekrarlanmaktadır. Dost olmayan “düşman” görülmektedir. En önemlisi, egemen olmasına karşın hala madunmuş gibi davranmaktadır. Bülent Somay’ın dediği gibi, “bir zamanların madunları egemene dönüşse bile madunluk söylemini terk etmiyorlar ve bunu bir avanta(j) olarak kullanıyorlar”. Somay bu mantık yapısını şu sözlerle izah ediyor: “Biz zaten madunuz. Öyleyse her şeye hakkımız var. Bizim eylemlerimiz daha baştan, biz madun olduğumuz için haklı.”
Günümüzde Recep Tayyip Erdoğan’ın başını çektiği Hınç mobilizasyonu sayesinde nefret, değersizleştirici kin, kötücül sevinç, haset ve kara çalma gibi duygular geniş kitlelere ulaşıyor ve linç eğilimleriyle kolektif sadizmi besliyor. Geçmişin madunları veya madun kurgusuna eklemlenmekte çıkar görenler, “Yeni Türkiye’den” nemalananlar hınç insanı oluveriyor ve ülke bir nefret karnavalına dönüşüyor.
Mehmet Altan ile Ahmet Altan’ın hiçbir hukuksal zemin olmadan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası gibi asla kabul edilmez bir cezaya çarptırılmalarını kötücül sevinçle karşılayanlar, hastaneye kaldırılan Kadir İnanır’ın “gebermesi için” dua edenler ve Murat Belge gibi çok önemli bir kültür ve fikir adamını değersizleştirmeye çalışanlar, bu hınç seferberliğinin neferleridir...