Dr. Nesrin Değirmencioğlu
ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü
İngilizce Öğretmenliği Bölümü Öğretim Üyesi
nesrind86@yahoo.com
Beklediğimizden çok daha modern bulduğumuz Yeni Delhi havaalanından çıkar çıkmaz baharat kokuları ile yoğunlaşmış sıcak bir hava karşılıyor bizi… Her an gideceğini düşünürken seyahatimiz boyunca bizi sarıp sarmalayan, insanların yemeklerine, tenlerine ve terlerine yapışarak tüm göğe yayılan bir koku… Bir köpek sürüsü koşarak geliyor bize… Kuduzun yoğun olduğunu düşünerek biraz endişeleniyor, güler yüzle bizi karşılayan yerli rehberimizi görünce rahatlıyor ve orada aslında lüks olduğunu sonradan fark edeceğimiz şişe sularımızı elimize alıp yola koyuluyoruz.
HİNDİSTAN’IN YOLLARINDA
Yeni Delhi’den Jaipur’a doğru 6 saatlik yolculuğumuza çıkarken şaşkınlıkla yeni yapılmış hissi veren 6 şeritli yollardan geçiyoruz… Modernitenin buraya dokunduğunu gösteren bu harika yoldan geçerken yolun yanı başında gecekondu demeye bile dilimizin varmadığı, kapısı penceresi olmayan barakalarda yaşayan, su taşıyan, bir kova suyla yıkanan insanlar görüyoruz… Belki de yüz yıl öncesinde üretilen bisikletleriyle işe gidiyor adamlar… Yol boyunca yol kenarlarındaki ağaçlarda oynayan maymunlar, yollarda oturan inekler görüyoruz… Şehre yaklaşırken dört kişilik bebekli bir aileyi küçücük bir motorun üzerinde seyahat ederken görüp hayrete düşüyoruz… Ticaretin, gelişmekte olan ülkelerin olmazsa olmazları kamyonetler, üzerlerine şirket isimleri elle boyanarak yazılmış, resimlerle süslenmiş şekilde geçiyor yanımızdan…
Üzerlerinden pek çok ipler, yünden topaçlar sarkan uğur getireceğine inandıkları süsler kamyonetlerin hiddetiyle sallanarak bir renk cümbüşü halinde bizlerden uzaklaşıyor… Sonradan fark ediyoruz ki, her ne kadar 6 şeritli yollar yapılmış olsa da yerlilerde şerit kavramı ve sinyal yakma alışkanlığı gelişmemiş… ‘Bir yolda boş olan her nokta benimdir’ düşüncesinden yola çıkarak gelişlerini sadece korna çalarak belli eden şoförlerin çılgınca sağlama ve sollamaları arasında minibüsümüzün kemerlerinin bağlandığına şükrederek ilerliyoruz…
JAİPUR
Jaipur’a gelirken Amber Kalesi’ne fillerle çıkacak olmanın heyecanı varken içimizde, öğle namazını müteakip cenazelerini taşıyan bir Müslüman grubun filler eşliğinde yanımızdan geçişini görüyoruz… Fillerin aslında sadece turistik bir eğlence değil, hayatın ve kültürün vazgeçilmez bir parçası olduğunu anlıyoruz burada…
Şehir Saray’ını gezerken tavan ve dış mekân süslemelerine, taş sanatı işçiliklerine hayran kalıyoruz. Jantar Mantar adı verilen eski rasathanede ise devasa güneş saatlerinin bugün hala saati dakikası dakikasına bize vermesi 15. yy.da burada ne kadar ilerlemiş bir medeniyet olduğunu gözler önüne seriyor. Yıldız haritalarının güneşin hareketlerine göre farklı okumalar yapmayı elverişli kılması ve çok ince hesaplamalarla planlanması geleneğin teknolojiyle olan essiz bir buluşması!
ORCHHA
Agra Tren Gar’ından Shatabadi Express’i ile Orchha’ya varmak üzere yola çıkıyoruz. Bu tren sanki bizi sadece Jhansi’ye taşımıyor, zaman içinde de bir yolculuğa çıkartıp Orta Çağ’da indiriyor! Platforma ayak bastığımız anda gördüğümüz fakirlik, yerlerde uyuyan insanlar ve dilenen çocuklar aslında her adımda sefaletin kalbine (Varanasi’ye) doğru yaptığımız yolculukta küçük bir adımı oluşturuyor… Bu yoksulluktan kaçabileceğimizi zannederek otobüsümüze atlayıp Orchha’ya doğru hareket ettiğimiz anda ne kadar yanıldığımızı anlıyoruz… Otobüs şoförümüz bir gidiş bir geliş olan yıpranmış köy yollarından bizleri uçururcasına geçiriyor! Yola atılan inek sürüleri, karşı şeritten gelen araçlar ve tüm bu hengâme içinde tıpkı bir lunaparktaki korku treninde gibi Betwa Nehri’nin huzurlu manzaralarını bölen ani sağlamalar ve sollamalar içinde ilerliyoruz!
Orchha’ya vardığımız anda bizi dinginlik içinde eşsiz bir huzurun var olduğu yeni bir diyar karşılıyor… Fakir ama mutlu insanların ülkesindeyiz! İnsanlar çalgı çalıyor, kına yapıyor, helva satıyor ve yokluk içinde mutlulukla hayata tutunmaya çalışıyor.
Cihangir Sarayı’na girdiğimizde aslında 18.yy’da yapılmış şahane bir kaleyi andıran mimari yapısı bizleri büyülüyor… Birbirine geçen kemerleri, kapı süslemeleri ve hortumları yukarıda bizlere hoş geldin diyen fil heykelleriyle bu varlığından bile haberdar olmadığımız dünyadan ayrılmak istemiyoruz.
Karşı tepede yer alan ve yapımı çok uzun sürdüğünden hiç kullanılamayan sadhuların mesken tuttuğu tapınakta bizleri maymunlar karşılıyor, sükûnet içindeki mimari yapı içimizi ısıtıyor.
KHAJURAHO: KAMASUTRA TAPINAKLARI
Sokak lambaları, yol çizgileri olmayan yollarda gecenin karanlığı basmış etrafı otobüsümüzün loş far ışıkları zar zor aydınlatmaya çalışırken Khajuraho’daki otelimize varıyoruz.
Kamasutra Tapınakları 11.yy’da inşa edilmiş ancak yerleşimin olmadığı ıssız bir bölgede yapıldıklarından yıllar içinde varlıkları unutulmuş, doğa onları kucaklamış ve üzerlerinde büyüyen çalı ve ağaçlar onları tamamen kaplamış. 19. yy.’da bu bölgeye avlanmaya gelen bir İngiliz bu dar ve yüksek tepe oluşumlarını görüp merak etmiş, yakınlarına gittiğinde ise ağaçlarla kaplı tapınakları keşfetmiş.
Unesco Dünya Mirası listesinde olan bu tapınaklar bir tek çivi kullanılmadan taşların birbirine geçirilmesi sonucunda yapılmış mimari şaheserler. Bu tapınaklardaki taş isçiliğinin zenginliği, mitolojik figürler, tanrı ve tanrıça heykelleri inanılmaz güzellikte! Üzerlerindeki erotik insan heykelleri o dönemde hayatın devamlılığı için insanların üremesi gerektiği ve bunu yaparken de hayatın hazlarından faydalanmaları amacıyla ‘eğitsel olarak’ oyulmuş, mimari ve kültürel birer şahesere dönüşmüşler!
VARANASİ: ÖLMEYE GİDİLEN YER
Ganj Nehri Hindu’lar tarafından kutsal sayılan ve orada yıkandıklarında günahlarından arınacaklarına inandıkları kutsal nehirleri… Reankarnasyon’a, yani öldükten sonra ruhlarının yeni bir bedende doğacağına ve dünyevi ızdırabın devam edeceğine inanıyorlar… Ta ki Nirvana’ya ulaşsınlar veya Ganj’ın sularında ölme şerefine nail olsunlar… Ölüme çok yaklaşan hastaların, Ganj yakınlarındaki ‘ölüm otellerinde’ ölümü beklemeye geldiklerini duyduğumuzda inanması her ne kadar zor gelse de, Varanasi’den ayrılmak için havaalanına gittiğimizde tekerlekli sandalyede son derece yaşlı bir adamın elinde bir çömlek içinde Ganj’ın suyunu tuttuğunu gördüğümüzde inançlarının hala ne kadar kuvvetli olduğunu anlıyoruz…
Varanasi’ye vardığımız akşam, Ganj’ın kıyısında her gün, gün batımında tanrılarına şükretmek için yaptıkları ritüellerini izleme şansı buluyoruz… Alttan duyulan mistik ilahilerinin eşliğinde ateşler, tütsüler yakışlarını, çiçekler atışlarını, dans edişlerini izliyor; güneşin batımında buraya, kayıklara toplanmış, rengârenk sarilerinin içindeki kadınları izliyor, etrafa yayılan dinginliğin bir parçası olmaktan mutluluk duyuyoruz…
Ancak rickshaw dedikleri, bir at arabasını andıran ancak ön kısmına monte edilmiş bisikleti bir yerlinin sürdüğü küçük arabalarıyla nehre gidiş ve dönüşlerimizde gördüğümüz sefalet bizi hayretler içinde bırakıyor… Yokluk nedir bilir misiniz? Biz bildiğimizi sanırdık; ta ki bu insanları görene kadar… Hiçbir şeyleri – evleri, arabaları, mülkleri – olmayan sokaklarda uyuyan, sokaklarda dilenen, sokaklarda yemeklerini pişiren, minicik tezgâhını sokağa yayan, kıyafetleri yırtık pırtık, bizleri insanlığımızdan utandıran insan manzaraları… Medeniyetin öteki yüzü… İngilizler’in 200 yıl sömürüp geride medeniyeti sefalet üzerinden yaşayan, İngiltere’nin refaha ermesi uğruna köle olarak çalıştırılan, asker olarak savaşa gönderilip ölen, iş gücü ve doğal kaynakları sömürülen insanların torunları… Medeniyetin sadece gelişmişlikten, Londra’dan New York’tan ibaret olmadığını; aslında bu merkezlerin gelişebilmek için diğer milletleri sömürdüklerini, modern şehirlerini bu insanların yoksullaşması üzerinden kurabildiklerine hayretle tanık oluyoruz…
‘Peki, bu kadar sefalet varken ve bu insanların da kaybedecek hiç bir şeyleri yokken, neden ayaklanmıyorlar? Neden isyan etmiyorlar?’ diye düşünmeden edemiyoruz… Sonradan öğreniyoruz ki, Hindular bu hayatlarında sefalet içinde yaşıyorlarsa, bunun önceki hayatlarında kötü birer insan olduklarından kaynaklandığına inanırlarmış. Eğer daha iyi koşullarda yaşamak isterlerse, bu hayatlarında içinde bulundukları kastta iyi bir insan olarak yaşarlarsa bir sonraki hayatlarında daha yüksek bir kastta doğabileceklerine inanıyorlarmış. Öyle bir inanç ki bu insanları yaşadıkları koşullara mahkûm eden… Onları sürekli şükrettiren, bizi sefaletle yüzleştiğimiz her noktada kahreden...
SİKHİSM: BİR BAŞKALDIRI SERÜVENİ
Derken Delhi’nin en önemli Sikh Tapınaklarından biri olan Gurudwara Bangla Sahip Tapınağı’nı ziyaret etme şansımız oluyor. Burada görüyoruz ki, bizi seyahatimiz boyunca üzen yoksulluk ve bir refah devletinin olmayışı, Sikhism’in esas doğuş sebeplerindenmiş… Hinduizm ile Müslümanlığın karışımı olarak ortaya çıkan bu din, Hindistan’daki politik kirlenmeye bir başkaldırı ve daha eşitlikçi bir toplum hayali üzerine kuruluymuş… Sikhler’in tapınakları bizim külliyelerimizde olduğu gibi bir yaşam alanı sunuyor onlara: evsizlere belli bir süre kalacak yer, her gün öğlen ve akşam dağıtılan yemekler. Bu tapınak alanında bir birlikte çalışma, üretme ve daha iyi bir toplum kurmak için elele vermiş insanlar gördük. İnananlar her hafta belli bir süre tapınağa hizmet verirmiş. Bu bağlamda temizlik yapanları, helva dağıtanları, yemek için hazırlık yapanları gördük. İdeal bir toplumsal yapı oluşturmak için yola çıkmış bu dinin toplumunun sadece % 2’sini oluşturmasına rağmen toplumda aykırı duruşları ve ekonomik faaliyetlerdeki başarılarından dolayı önem verilen bir dini grup olduğunu öğreniyoruz. Ancak toplumsal eşitlik felsefesini benimsemiş bu dinin Mahatma Ghandi’nin kızı Indira Gandhi ve torunu Rajiv Gandhi’yi suikast sonucu öldürttüğünü öğreniyoruz… Toplumsal eşitlik gibi harika bir felsefe üzerine kurulmuş bu dinin diplomatik yollarla ulaşması gereken emellerine şiddet yoluyla cevap bulmaya çalıştığını görüp aslında kendi ideolojileriyle çelişen sonuçlar doğurmalarına üzülüyoruz.
TAC MAHAL: AŞKIN MABEDİ
Ve tabii ki Tac Mahal… Devrinin en sağlam ve değerli mermerlerini develer üzerinde taşıtarak, dünyanın en başarılı taş ustalarını getirterek Şah Cihan’ın bir nakış gibi işlettiği ve kaybettiği aşkı Mümtaz Mahal anısına yaptırdığı bu şahesere hayran kalmamak elde değil. Değerli ve yarı değerli taşların, oyulan mermerin içine yerleştirilmesi sonucu ortaya çıkan süslemeler, tam bir sanat eseri gibi hayranlık uyandırıyor bizde…
15.yy.’da bu kadar zenginlik ve refah görmüş bir topluluğun, şu an her ne kadar gelişmekte ve çok küçük bir kısmı refah içinde yaşasa da, ülke genelindeki geri kalmışlığa ve sefalete üzülmeden edemiyoruz…
Bir şair Tac Mahal’i “Sonsuzluğun yanağında duran bir damla gözyaşı”, diye tanımlıyor. Ne yazık ki Hint halkının İngiliz koloni döneminde ve bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra içinde yaşadıkları koşulları görünce “Medeniyetin yanağında duran bir damla gözyaşı” diye düşünmekten kendini