Şevki Kıralp
sevkikiralp@gmail.com
Bu yazıda, Dünya nüfusunun yarısı tarafından benimsenmiş iki din olan Hıristiyanlık ve Müslümanlığın siyasal tarihlerindeki bölünmelerin ortaya çıkmasına yol açan olayları inceleyeceğim. Her iki dinin de mezheplere ayrılmalarının arka planında siyasal çatışmaların önemli rolleri olmuştu. Her iki dinde de önce siyasal çatışmalar başlamış, daha sonra ise farklılaşan mezhebi inançlar şekillenmişti. Netice itibariyle her iki dinde de mezhepler oluşmuştu.
Hıristiyanlar arası bölünmeler ve mezhepler
Hz. İsa, Roma İmparatorluğu döneminde yaşamış bir Yahudi idi. Roma İmparatorluğu’nun Yahudiye eyaletinin Beytüllahim bölgesinde (günümüzde Filistin toprağıdır) dünyaya geldi. Hz. İsa’nın Kudüs’te çarmıha gerilerek katledilmesi sonrasında öğretileri havarileri tarafından sürdürülmeye devam etti. İlerleyen yüzyıllarda havariler ve onların öğrencileri tarafından insanlara anlatılan öğretilerden 300-400 civarında birbirlerinden farklı İncil ortaya çıkmıştı. Roma İmparatorluğu ilk başlarda Hıristiyanlığa (İsa yandaşlığı) ciddi biçimde karşı çıkmışsa da, 313 yılında İmparator Konstantin Hıristiyan inancını serbest bıraktı. Bunun üzerine 325 yılında Hıristiyan din adamları İznik’te bir konsül topladılar ve mevcut İnciller içerisinde dört tanesini meşru saydılar: Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri. Böylece Hıristiyanlığın Roma içerisinde yayılmasının ve Kilise aracılığıyla merkezileşip kurumlaşmasının önü açılmış oldu. 379 yılında İmparator Theodosius Hıristiyanlığı Roma’nın resmi dini olarak ilan etti. 395 yılında Roma İmparatorluğu Batı Roma ve Doğu Roma (Bizans) olarak ikiye ayrılınca devletin siyasal gücü bölünmüş ve iki parça arasında güç yarışı başlamıştı. Bu güç yarışı kısa zamanda dini alana da sıçrayacaktı. Batı Roma İmparatorluğu 480li yıllarda dağılmış, fakat Roma Kilisesi varlığını sürdürmüş ve bu Doğu-Batı bölünmesi hem siyasal, hem de mezhebi alanda hızlanmıştı. 10. Yüzyılda Papa tarafından kutsanan Kutsal Roma İmparatorluğu kurulmuştu. Kutsal Roma İmparatorluğu ile Bizans arasında yaşanan siyasal çekişmeyi Batı Kilisesi’nin Katolik, Doğu Kilisesi’nin ise Ortodoks mezhebini kabullenmesinin önünü açan farklılıklardan ayrı tutmak da mümkün değildi.
Katolik inancında Kutsal Ruh hem Baba’dan (Tanrı) hem de Oğul’dan (Hz. İsa) çıkmıştı. Ortodoks inancında ise Kutsal Ruh sadece Baba’dan, Oğul aracılığıyla çıkmıştı. Bunun yanında, Ortodoks ayinleri Yunanca, Katolik ayinleri ise Latince yapılmaktaydı. 1054 yılında Katolik Kilisesi ile Ortodoks Kilisesi birbirlerini karşılıklı olarak aforoz etmişti. 11. Yüzyıl sonlarından başlayarak Papa’nın teşvik etmesiyle Doğu’yu hedef alan Haçlı Seferlerinde Katolikler Ortodoksları da katletmişti. İlerleyen yüzyıllarda Osmanlı egemenliğine giren Ortodokslar, Katoliklerden gerek inanç farklılıkları, gerek Haçlı Seferlerinde uğradıkları katliamlar, gerek Osmanlı’nın kendilerini Avrupa bütünleşmesini engellemek maksadıyla din değiştirmeye zorlamaktan kaçınması nedeniyle Batı’dan tamamen kopmuşlardı. 16. Yüzyılda Rönesans Batı Avrupa’yı sararken Alman din adamı ve filozof Martin Luther, Katolik Kilisesi’nin kurumsallaşma ve sosyo-politik yaşama müdahale yöntemlerini eleştiren ve Kiliseyi İncil’e aykırı hareket etmekle suçlayan Protestan mezhebini kurdu. Gerek Katolik ve Protestan Alman şehir-devletleri arasında, gerek Katolik ve Protestan Avrupa devletleri arasında 1648 Westphalia anlaşmasına kadar süren savaşlar yaşandı. 17. Yüzyıl ortalarında Protestanlık varlığını güvence altına almayı başarmış, 1964 yılında ise, Ortodoks ve Katolik Kiliseleri birbirlerine uyguladıkları aforoz kararını karşılıklı olarak kaldırarak Hıristiyan birliğini yeniden tesis etmeye çalışmışlardı.
Müslümanlar arasındaki bölünmeler ve Şiiliğin doğuşu
İslamiyet bilindiği üzere 610 yılında, Mekke’de doğmuştu. Putperest inancının ağırlıkta olduğu Mekke’nin en nüfuzlu şahıslarından olan Ebu Süfyan İslam karşıtlarının başında gelmekteydi. Fakat Ebu Süfyan daha sonra Müslüman olmayı kabul etmişti. İslam peygamberi Hz. Muhammed (S.A.V.) 632 yılında vefat edince İslam liderliğine (halifelik) kendisinin en yakın dostu Ebu Bekir getirilmişti. Halife Ebu Bekir’in vefatından sonra sırasıyla Ömer ve Osman halife oldular. Ali, üçüncü halife Osman’ın 656 yılında isyancı bir grup tarafından katledilmesinden sonra dördüncü halife olarak göreve gelmişti. Fakat ilk üç halife döneminde hilafetin Ali’ye bırakılmaması Ali yanlılarını rahatsız etmiş, haksızlık yapıldığını düşünmeye itmiş ve kendileri yandaş anlamına gelen “Şia” ismiyle anılmaya başlamıştı. Hz. Muhammed ve Dört halife dönemlerinde İslamiyet bütün Arap yarımadasına yayılmış, Müslümanlar Batı’da Trablusgarp, Doğu’da Horasan, Kuzey’de Hazar denizi kıyılarına kadar fetihler gerçekleştirmişti.
Halife Osman’ın katledilmesi sonrasında halifeliğe Ali getirildi. Yeni halifeye Osman’ın katillerini araştırıp bulmaması gerekçesiyle suçlamalar yöneltilmekteydi. Hz. Muhammed hayattayken yakınında olan ve Kuran’da cennete gireceği ayetle bildirilen Müslümanlardan olan Zübeyir ve Talha halife Ali’den kendilerini Basra ve Kufe’ye vali olarak atamasını istemiş, halife ise bu isteğe karşı temkinli davranarak kendilerini danışman olarak yanında tutmak istediğini açıklamıştı (Ali’nin de cennete gireceği ayetle bildirilmişti). Bunun üzerine Zübeyir ve Talha, Hz. Muhammed’in eşi Ayşe’yi de yanlarına alarak halife Ali’ye başkaldırmışlardı (Ali ve Ayşe’nin araları Hz. Muhammed’in sağlığında cereyan eden ailevi bir mesele nedeniyle açılmıştı ve tarih çalışmaları Ayşe’nin Ali’ye karşı kurulan ittifaka katılmasını bu sebebe bağlamaktadır). Cemel Savaşı olarak bilinen savaşta Zübeyir ve Talha yaşamlarını yitirmiş, savaşı halife Ali kazanmıştı. Cemel Savaşı sonrasında, Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye halife Ali’ye başkaldırdı. Muaviye o dönemde Şam valisiydi ve halife Ali’yi halife Osman’ın katillerini araştırmamak ve suçluları bulmamakla itham ediyordu. Halife Ali kendisini görevden alınca beraberindeki askerlerle birlikte isyan başlattı ve Sıffin Savaşı yaşandı. Sıffin Savaşı’nda her iki taraf da çok sayıda can kayıpları yaşadı ve Şam ordusu hilafet ordusuna anlaşmazlığın Kuran hükümleri doğrultusunda çözülmesini teklif etti. Hilafet ordusunda bu öneriye sıcak bakan gruplar etkili oldu ve savaş durdu.
Anlaşmazlığı çözmek için biri halife Ali’yi, diğeri Muaviye’yi temsilen iki hakem atandı. Bunun üzerine Kuran’ı hakemlere yorumlatarak çözüm bulma fikrine şiddetle karşı çıkan “Hariciler” adlı grup hem halife Ali’ye, hem de Muaviye’ye başkaldırdı. Siyasal karışıklık devam ederken “Hariciler” halife Ali’ye karşı bir suikast düzenleyerek kendisini katletti. Hilafetin en güçlü adaylarından olan İmam Hasan (Hz. Ali’nin oğlu) kısa süre içerisinde hilafet yarışından Muaviye lehine çekilmeyi kabul etti. Muaviye’nin halifeliğe gelmesi de, Ali’nin katledilmesi de Şia’yı (Ali yanlıları) son derece rahatsız etmişti.
Muaviye 661 yılında Emevi devletini kurdu ve fetihler daha da genişledi. Muaviye’nin ölümünden sonra halifelik için bir diğer çatışma İmam Hüseyin (Hz. Ali’nin diğer oğlu) ile Muaviye’nin oğlu I. Yezit arasında yaşandı. Emevi devleti babadan oğula saltanan halini almış ve halifelik I. Yezit’e geçmişti. Yaşanan rekabet nedeniyle Kerbela adı verilen ve günümüzde Irak topraklarında yer alan bölgede I. Yezit’e bağlı bir grup İmam Hüseyin’i katletmişti. Bu olay sonrasında Şia’nın muhalefeti büyümüş ve Şiilik mezhebinin şekillenmesi hızlanmıştı. Siyasal açıdan baktığımız zaman, Emevi devleti sadece bir İslam İmparatorluğu değil, aynı zamanda egemen unsuru Araplar olan bir İmparatorluk haline gelmişti. Bu faktör Şiiliğin en çok İran’da güç kazanmasını açıklayabilir. Öte yandan, Şiilerin çoğunluğu “12 İmam” inancını benimsediler. Bu inanç doğrultusunda birincisi Hz. Ali, ikincisi İmam Hasan ve üçüncüsü İman Hüseyin olan ve hepsi aynı aileden (Hz. Muhammed’in soyundan) gelen 12 imamdan sonuncusunun, Ebu Hasan bin Kasım’ın gaipte olduğuna ve bir gün Mehdi olarak geri döneceğine inanılır. Bu inanç Şiilerde günümüze kadar taşınmıştır. Örneğin İran devriminin lideri Ayetullah Humeyni “Mehdi vekili” olarak kabul edilmişti. Günümüzde İran’daki dini liderlik olan Velayet-i Fakih makamının Mehdi’ye vekâlet ettiği yönündeki inanç sürmektedir. Şiiler, çıkardıkları isyanlar ile Emevi devletinin yıkılmasında önemli biçimde rol oynamışlarsa da, 748 yılında Emevi hanedanını yıkan Abbasilerden bekledikleri desteği görememiş ve Sünni Müslümanların gölgesinde kalmaya devam etmişlerdi. Şiiliğin muhalefeti, Ehli-Sünnetin (Sünnilik Mezhebi) de belirginleşmesine ve kurumsallaşmasına yol açmıştı. İki mezhep arasındaki temel farklar arasında, Şiilerin 12 İmam’ı “masum” (günah işlemeyen kişi) kabul etmesine karşın Sünni inancında masumiyetin sadece peygamberlere özgü bir vasıf olması bulunmaktadır. Diğer bir farklılık ise Mehdi konusundadır (Şiiler Mehdi’nin 12. İmam olduğuna inanmaktayken Sünnilerde Mehdi inancı farklıdır). İslam dininin liderlik makamı olan hilafet Abbasilerden sonra sırasıyla Fatımilere, Memluklere ve Osmanlılara geçmişti. Osmanlı devletinin yıkılmasıyla birlikte Atatürk Nutuk’ta ifade ettiği üzere, hilafetin artık İslam birliği sağlamaktan uzak bir makam haline geldiğini ve sürmesinin Türkiye’ye yeni tehlikeler getirebileceğini düşünmüş, laik reformlarına da uygun düşmesi bakımından hilafeti kaldırmıştı. Hilafet günümüzde IŞİD tarafından ilan edilmiştir fakat Müslüman ülkeler bu ilana riayet etmemiştir.
--------------------------------------------------------------------
Kaynaklar:
Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, İstanbul, İnkılap, 2014.
Ira Lapidus, İslam Toplumları Tarihi, Cilt I; Cilt II, İstanbul, İletişim, 2013.
Neşet Çağatay, İslam Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1993.
Paul Johnson, A History of Christianity, New York, Touchstone, 1995.