Milliyetçilik denen ideoloji, 200 küsur yıldır dünyanın hemen hemen her yerinde, bazen biçim değiştirerek, bazense şiddete dönüşerek varlığını sürdürüyor. Önce Amerikan Bağımsızlık Savaşı, ardından ise Fransız Devrimi ile feodaliteyi yıkıp, devletin yönetimini sömürgeciden, monarşiden ve teokratik güçten alıp halka veren anlayış ile yaşamımıza giren milliyetçilik, ilk başlarda bir nevi demokrasiydi; yani halkın yönetimi... 19.Yüzyıl’da ise ulusa etnik kimlik yüklenerek karşımıza çıkan, ulus devleti etnisite üzerinden kuran, sömürgeleri özgürleştiren milliyetçi ideoloji, 20.Yüzyıl’da özellikle Nazi Almanyası ve nasyonal sosyalizm ile tavan yaparak ırkçılığa ve milyonların ölümüne neden olan bir anlayışa dönüşmüştür. Sözümona kapitalizm karşıtlığı ve anti-komünizm ile milliyetçiliği gerçekleştirmeyi hedefleyen nasyonal sosyalizm, hedefe ulaşmak için özellikle Joseph Goebbels öncülüğünde çeşitli medya aygıtları, mitingler, sinema filmleri, posterler, belgeseller vasıtası ile Almanların koşulsuz itaatini amaç edinmiştir. Bu dönemde Friedrich Nietzsche başta olmak üzere birçok düşünür, yazar, filozofun yazdıklarının manipüle edildiğine de şahit olunur…
Alman Filozof Friedrich Nietzsche’nin ‘üstinsanı’ (übermensch) tanımladığı öngörüsü, yakın tarihin en büyük soykırımını gerçekleştiren Nazi Almanyası tarafından en çok manipüle edilen kavramlardan biri olmuştur. Nazi Almanyası tarafından Aryan Irk düşüncesinin yaygınlaştırılması için bir araç olarak kullanılan Nietzsche’nin üstinsan öngörüsü, aslında ne biyolojik bir üstünlük, ne genetik miras, ne de ırksal bir üstünlük ile ilgilidir. En genel ölçekte açıklayacak olursak; Nietzsche tarafından altı çizilen üstinsan, varoluşçu felsefe ışığında değerlendirilmesi gereken bir yaklaşımdır. Eğitime oldukça değer biçen bir filozof olan Nietzsche, eğitimin devlete bağlı olduğu için zamanla daraldığını ve zayıfladığını düşünür. Eğitimin amacının üstün insanlar yaratması ve gerçek kültürün oluşmasını sağlamak olduğuna inanan Nietzsche, eğitimin gelişmesi, toplumun kültür toplumuna dönüşmesi ve özgür ruhlu insanlar yaratılması arasında yaşamsal bir bağ olduğuna inanır. Burada odaklanılması gereken üstinsan denen kavramın herhangi bir ırkçı boyutu olmadığıdır.
Nazi Almanyası’ndan 40 küsur yıl önce, Nietzsche tarafından kaleme alınan Böyle Buyurdu Zerdüşt isimli kitapta karşımıza çıkan ‘üstinsan’da anlatılan; insanın kendini yaratırken aynı zamanda kendi potansiyeline de karar verebilecek olması, insanın kendisini yarattığından başka bir şey olmadığıdır. Burada bahsedilen üstinsan, soylu ruha sahip, modern toplum değerlerine eleştirel bakabilen, geleneklere dogmatik bir biçimde bağlı olmayan, kendi kendine karar verebilen, mental kölelikten azade, sahici insandır. Çünkü Nietzsche’ye göre modern toplum, sahicilikten yoksundur; maddi konforu önemser, maneviyatı, düşünselliği değersiz kılar... Herkesin arzusu kendisine özgündür lakin modern toplumda on binlerce insan aynı arzu nesnesinin kölesi olabilir. Bu da kaçınılmaz olarak nihilizmi yaratır... (Kıbrıs’ın kuzeyinde birçok kişinin arzu nesnesine, haz alma kaynağına baktığımızda benzer şeyleri görüyoruz: lüks araba, havuzlu villa, Uzakdoğulu hizmetçi vs ...)
Nietzsche’nin üstinsan kavramının manipüle edilip tarihin en büyük soykırımlarından birinin propagandasında kullanılması sürecinde Nietzsche’nin kız kardeşi Elisabeth Förster’den de bahsetmek büyük önem arz etmektedir. 19 Ocak 2010 tarihinde The Telegraph’ta yayınlanan bir makalede Antisemitizm sevdalısı Elisabeth Förster ve eşi Bernhard Förster’in, Hitler ile olan yakın işbirliğinden bahsedilir. Nietzsche’nin ölümünden 11 yıl önce, 1889 yılında yaşadığı mental yıkımın ardından Elisabeth Förtser’in Friedrich Nietzsche’nin yazdıklarını yeniden düzenlediği, bazı pasajları değiştirip bazılarını yok ettiği ifade edilen yazıda, Elisabeth’in, kardeşi Friedrich Nietzsche’yi Nazizm’in fikir önderlerinden göstermek için her türlü yola başvurduğunun altı çizilir.
1775-1783 yılları arasında gerçekleşen Amerikan Bağımsızlık Savaşı ile tohumları atılan, ardından 1789 yılında Fransız Devrimi ile ortaya çıkan ulus devlet anlayışının bir sonucu olarak beden bulan milliyetçilik, aradan geçen 240 küsur yıla rağmen bugün halen dünya insanın gündeminde. Güney Kıbrıs’ta ELAM (Ulusal Halk Cephesi), Yunanistan'da Xrisi Avgi, Almanya'da Pegida, Amerika'da Donald Trump, Fransa'da Madame Le Pen, Macaristan'da Jobbik, Britanya’da UKIP, T.C’de AKP ve MHP, Kuzey Kıbrıs'ta her fırsatta ırkçı söylemlerde bulunan, Türklük etnik kimliği üzerinden siyaset yapıp olayı T.C ile entegrasyona kadar götüren odaklar, bugün halen karşımızda duruyor. Nasıl ki Nazizm 1930’larda Friedrich Nietzsche’nin yazdıklarını manipüle edip, propagandasında kullanıp, kitlelerini bir arada tutmuş ise; yukarıda saydığım milliyetçi, Neo-Nazi örgütler de kendini manipülasyon üzerinden yaratıp, geliştiriyor. Bu örgütlerin diskuruna baktığımızda da tıpkı Nazi Almanyası’nda olduğu gibi dezenformasyon, duygu sömürüsü, hayal tacirliği görüyoruz. Sözümona bağımsızlık şiarı üzerinden politika üreten, Avrupa Birliği’ni kendi bağımsızlıkları önünde engel gören bu örgütler veya kişiler, yabancı düşmanlıklarına kisve bulup kitleleri bu konuda ikna etme konusunda yetkinleşmiştir. Bu noktada, www.globalresearch.ca isimli sitede Avusturya seçimleri sonrası globalleşme ve Avrupa’da yükselen Neo-Nazizimin ele alındığı bir yazıda, Fransa’daki Ulusal Cephe’nin başındaki isim Le Pen’in globalleşme ile ilgili sarf ettiği cümleler oldukça dikkat çekici ve bahse konu odakların manipülasyon mevzusunda ne denli başarılı olduklarını kanıtlar niteliktedir. Bahse konu yazıda globalleşmeyi barbarlık ile özdeş tutan Marine Le Pen, kendilerinin globalleşmenin sözümona yarattığı sömürüyü limitleyeceklerinden, globalleşmeyi yeniden düzene sokacaklarından bahseder. Bugün dünyanın çok uluslu şirketlerin ve uluslararası finans örgütlerinin elinde olduğunu söyleyen Le Pen, konuşmasında göçmenlerden özellikle bahseder. Globalleşmenin bir sonucu olan göç olgusu ile maaşların düştüğünü belirten Fransa’daki Ulusal Cephe’nin başındaki isim Le Pen, göçmenler yüzünden asgari ücretin azami ücrete dönüşmekte olduğunu savunur.
Le Pen’in ve benzer anlayıştaki insanların söylemlerindeki manipülasyonlara ek olarak, bugün Avrupa’da yükselen Neo-Nazi örgütlerin yükselişine sebep olguları anlayabilmek için odaklanılması gereken bir başka mevzu daha vardır. Özellikle son 40 yıldır yaşamı domine eden ‘Yeni Dünya Düzeni’nin kaçınılmaz sonucu olan sosyal patlamalar, ekonomik krizler ve işsizlik ile daha da kitlesel hal alan milliyetçiliği destekleyen ekonomik sınıfın orta alt-alt olması ise bize önemli ipuçları sunuyor. Göçmenleri, mültecileri kendi refahları karşısında tehdit gören bu odaklar, kendilerine bir mağduriyet hiyerarşisi yaratıyor. Yaratılan bu hiyerarşide, mağduriyetin en yıkıcı halini yaşayan mülteci ve göçmenler ise mağdur değil de mağduriyet sebebi olarak yorumlanıyor... Böyle olunca yabancı düşmanlığı hastalıklı bir hücre gibi çoğalıyor ve rasyonel düşünceyi felce uğratıyor... Tabii ki burada muktedirlerin güdümündeki medya aygıtları, kitlelerin manipüle edilmesinde önemli rol oynuyor.
Bugün Kıbrıs’ın güneyinde de ELAM’ın mecliste iki parlamenter ile temsil edilecek olması Ada’da yaşayan yurtseverleri oldukça tedirgin etmiştir. Lakin salt ELAM üzerinden bir okuma yapmanın bizleri doğru sonuçlara ulaştırabileceğini düşünmüyorum. Yükselen milliyetçilik global ölçekte değerlendirilmelidir. Yükselen milliyetçilik, bu odakların diskuru ve ‘Yeni Dünya Düzeni’ arasındaki ilişki kılı kırk yarar bir şekilde sorgulanmalıdır. Çok uluslu şirketlerin dünya siyasetine yön vermesi, AB’nin, IMF’in dayattığı kemer sıkma politikaları ve işsizlik gibi mevzular ile ilgili bahse konu odakların yaptığı bazı tespitler doğru olsa da, çözüm; ayrılıkçılık, yabancı düşmanlığı, bir ırkın üstün olduğuna inanmak değildir. Çözüm; emeğin değerini bulduğu bir dünyada, dünyevi kaynakların adil paylaşımıdır. Cezayir asıllı Fransız yazar ve filozof Albert Camus, “17.Yüzyıl matematiğin çağıydı, 18.Yüzyıl doğa bilimlerinin, 19.Yüzyıl ise biyolojinin çağıydı. Bizimkisi, yani 20.Yüzyıl ise korkunun çağıdır” demişti. Bugüne kadar yaşananlara bakıldığında öyle görülüyor ki 21.Yüzyıl ise manipülasyonun, mental köleliğin ve dogmatizmin çağı...