Sarem Özdemir
saremo@gmail.com
Başlık size tanıdık geliyor mu? Öğrenciyken muhtemelen ya benzer cümleler sarf etmiş ya da sarf edenleri duymuşsunuzdur. Peki, nedir bu matematik dedikleri? Niye insanların duyar duymaz “ay ben hiç sevmiyorum şu matematiği”, “matematik mi, ne kadar gereksiz hiç sevmem”, “hiç anlamıyorum şu matematikten” gibi cümleler sarf eder?
Matematik eski Yunancada mathema yani çalışmak, bilimi öğrenmek anlamında kullanılıyordu. Zaman içinde daha dar bir anlam ortaya çıktı ve aritmetik, cebir, geometri gibi sayı ve ölçü temeline dayanarak niceliklerin özelliklerini inceleyen bilimlerin ortak adına ‘Matematik’ denildi.
Matematik bu dünyadaki tek evrensel dildir desem yanlış olur mu bilemiyorum. Cümledeki “tek” kelimesi size tartışmalı gelebilir ancak evrensel bir dil olduğu konusunda sanırım çok fazla argüman geliştirmezsiniz. Öyleyse bu evrensel dile karşı geliştirilen anksiyete veya fobiyi nasıl açıklayabiliriz?
Stanford tıp fakültesinde yapılan bir araştırma insanların matematik problemine karşı gösterdiği anksiyete veya fobi duygusunun, bir yılan veya örümceğe duyulan korkuyla aynı olduğunu ortaya koydu. Konuyu netleştirmek için size şunu soruyorum, 10 aylık bir çocuğun yanına yılan koyarsanız o çocuk ne yapar? Bir yetişkin gibi kaçmaya mı çalışır? Yoksa yılanı tutmaya mı? Hiç şüphe yok ki “yılan” hakkında pek bir bilgisi olmadığı için dokunmaya çalışır. Çünkü onun tehlikeli olabileceğini bilmez. Durum matematik fobisi için de aynıdır. Matematik fobisi öğrenilebilen bir şeydir. Dolayısıyla önlenebilecek ve giderilebilecek birşeydir! Tek bir farkla, matematiğin yılan gibi olası tehlikeleri yoktur. Bu fobiye sebep olan faktörler arasında; kulaktan dolma “matematik zordur” gibi lafları, veya bir öğretmenin sebebiyet verdiği utandırıcı tepki türlerini ya da matematik problemlerinde birbirini tekrarlayan başarısızlıkları sayabiliriz. Ancak bunlar arasında uzun zamandır toplumun dilinde dolaşan matematik hakkındaki gerçek dışı laflar sebepler arasında beni en çok rahatsiz edendir. Matematik öğretmenlerinin dahi benzer cümleler kurması ise durumu daha da trajikomikleştiren unsurlardan biridir.
Yıllardır insanın ne kadar zeki olduğu matematik yeteneğine göre ölçülmüştür. Eskiyi hatırlayın! Küçükken, akıllı bir çocuk olma şanınız bayramlarda sorulan sorulara bağlıydı. Bir büyüğünüz, “matematikle aran nasıl?” , “ee söyle bakalım matematikten kaç aldın” gibi sorulardan mutlu eden yanıtlar alırsa sizden akıllısı yoktu! Kendi hayatımdan bir örnekle bunu hemen süsleyeyim. Benim lisans derecem matematik ve bilgisayar bilimleridir. Size belki kulağa abartılı gelecek ama üniversitede matematik okuyorum diye bir grup aile büyüğünün ve insan kalabalığının hayranlığını ve takdirini toplamış olduğumu saklayamam. Matematik okuyordum ve bu sadece “çok akıllı” insanların okuyabileceği bir bölümdü! Hatta ister inanın ister inanmayın durum halâ pek de farklı değil. (Peki peki kabul ediyorum bu durum biraz hoşuma gitmiyor değil).
Şakayı bir tarafa bırakacak olursak bu kaderci yanılsama kimleri tuzağına düşürdü bugüne kadar diye düşünüyorum. Sanırım birçok öğretmen, öğrenci, aile ve akademisyen bu yanılsamanın peşinde bir ömür harcadı ve halen harcamakta. Eğer durum böyle olmasaydı, matematiğin sayılara, sembollere ve hesaplamalara indirgenemeyeceğinin çoktan anlaşılmış olması gerekirdi. Buradan da anlaşılabileceği gibi en büyük problemlerden biri matematiğin tanımlanması ile ilgilidir. Bir diğer büyük problem de başlıktan da anlaşılacağı üzere, matematiğin günlük hayatta karşımıza çıktığı alanları bilmemekten kaynaklanmaktadır. Bunu keşfeden bazı öğretim programı geliştirme uzmanları yavaş yavaş kitaplara ve müfredatlara matematiğin yaşamla bağlantısını entegre etse de, ilk aşamada ele alınan mevzunun matematiğin bize ifade ettiği anlamıyla ilgili olması bir gerekliliktir.
Eğer matematiğin dünyayı anlama ve algılamadaki gücünü keşfedersek bakış açımız da buna göre değişebilir. Matematiği sadece aritmetik, geometri, cebir, veriler ve ölçülerle uğraşan bir disiplin olarak görmekten kurtulup, onun aynı zamanda insan davranışlarını yönlendiren ve sosyal sitemler hakkında bilgi veren bir yapı olduğunu görmemek matematiğe yapılmış büyük bir haksızlıktır. Yani kısaca matematik gözlemlerden, hesaplamalardan çok esasen yaşamın kendisinden ve mantıktan feyiz alır. Matematiksel düşünce size yolları bulurken yardım eder, siz hangi yoldan gideceğinizi seçersiniz. Örneğin; birçoğumuzun bildiği bir teoremden bahsedelim. İki nokta arasındaki en kısa mesafe bir doğruyu verir. Peki, Mağusa’dan Limasol’a gitmek isteyen bir Gemi bir doğru üzerinde mi hareket eder? Şüphesiz hayır çünkü bu sav doğrusal düzlemler için geçerlidir. O halde matematiği gerektiğinde hayatımızı kolaylaştıran esnek bir disiplin olarak görmemize engel olan nedir? Sadece bakış açımız.
Ali Nesin “Matematik ve Korku” kitabında beynimizin kalıplaşmış düşünceler içinde olduğunu şu örnekle anlatır.
“Adam oğlunu arabasıyla okula götürüyor. Yolda bir kaza oluyor ve baba ölüyor. Çocuk ağır yaralı. Ambulans geliyor. Çocuğu hastaneye kaldırıyorlar. Çocuğun hemen ameliyat olması gerekiyor. Ameliyat masasına yatırıyorlar. Çok geçmeden cerrah içeri giriyor ve çocuğu görür görmez
- “Ben bu çocuğu ameliyat edemem o benim oğlum”... diyor.
Bu nasıl oluyor? Çocuğun iki babası mı var? Hayır
Babalardan biri üvey de değil. Yaralanan çocuk cerrah’ın oğluna çok mu benziyor? Hayır o da değil!
Cerrahın, çocuğun annesi olma olasılığını kalıplara giren beynimiz düşünemiyor bile...
Oysa matematik hem esnek düşünmemize hem de kritik düşünmemize olanak sağlar. Ancak matematiği nasıl öğrettiğimizi veya nasıl öğrendiğimizi düşündüğünüzde bu beceriden yoksun kaldığımızı da söylersek sanırım abartmış olmayız.
Hadi bir soru daha, 160 cm’lik ipi 4 yerinden keserek elde ettiğiniz eşit parçalardan her biri kaç cm’dir?
Eğer 40 cm diye yanıt verdiyseniz size kötü bir haberim var! Çünkü cevap 32 cm. Ama inanın bana problem sizde değil matematiği nasıl görüp öğretmeye çalıştığımızda. Sistemde süreye karşı verilen mücadelede algoritmik ve ezberci yaklaşımı aşılayan öğretmenler veya aile büyükleri bu sistemi bahane edebilir. Ancak bu bahane çok sıradan ve anlamsızdır. İçeriği anlamadan sadece sayılara bakarak işlem yapmayı öğrettiğiniz çocuklara sadece kötülük yapıyorsunuz. O yüzden alınan ürünlerin kullanma talimatını okumayan, yazamayan, üretemeyen, hiç bir zorlukla baş etmek istemeyen bir nesil yetişiyor. O yüzden özellikle ilköğretim matematik eğitim müfredatının hassasiyetle ele alınması gerekiyor. Sözde öğretim programında yetiştirilmek istenen bireyler ve öngörülen içeriğin bir bütünü oluşturması için daha çok çaba harcanması gerekiyor. Bunun bir parçası olarak öğretmenlerin neyi nasıl öğretmesi gerektiğini bilmesi ve bu konuda destek alması da oldukça önemli. Tüm bu saydıklarımı pratiğe dökmenin çeşitli yolları var ve elimizde yeterli imkânlar da mevcut. Peki tüm bunlar yeterli mi? Bence kocaman bir hayır...
Özellikle küçük yaştaki çocukların ailelerini de işin içine dahil ederek matematiğin başrolde olduğu daha keyifli bir süreçten bahsediyorum. Mesela bir matematik müzesinden! Hem de okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretim bölümlerinden oluşan.
Manhattan’da bulunan MoMath müzesi türünün ender örneklerinden. Bu müze 4. – 8. sınıf düzeylerinde zayıf matematik becerileri veya matematik fobisi olan öğrencilere matematiğin nasıl eğlenceli olabileceğini anlatmayı amaçlıyor. Üstelik sadece matematik becerisi zayıf olan çocuklara değil üstün yetenekli çocuklara da hizmet veren bir müze bu. Bir müze veya ileri teknoloji ile donatılmış bir oyun merkezi matematiğin sırf hesaplamalardan oluşmadığını aktarmanın harika bir yolu olurdu.
Tekerlekleri kare olup da hızla süzülen bisiklet olabilir mi? 27 tane karton küpten bir sfenks ya da bir gökdeleni sadece yapışkan bantlar kullanarak yapmak keyifli olabilir mi? Şu meşhur Pisagor teoremini kendi gözlerinizle, ellerinizle ispatlamak güzel olmaz mıydı? Origami sanatını icra edeceğiniz bir çok etkinlikle geometriyi sevmiyor olsanız da kesin sempati duymaya başlardınız. Bu fırsatı yakalayan birçok öğrenci bu müzeye gittikten sonra, matematik tutumlarında olumlu değişikliklerin olduğu gözlenmiş. Neden bizim de bir matematik müzemiz olmasın?
Şimdi bu yazıyı okuduktan sonra sakın ola ben matematikten anlamıyorum demeye kalkmayın. Herkes mutlaka belli bir matematik yeteneği ile doğar. Tek değişen şey bu yeteneğin miktarıdır. Yeteneğin geliştirilebilen bir olgu olduğunu ise zaten biliyoruz. Kimimiz çok daha iyi çizebilir, bazılarımız bir enstrümanı harika kullanır. Sosyal yönü güçlü olanlara ne demeli? Demem o ki, herkesin zayıf ve güçlü yetenekleri vardır. Matematiksel-mantıksal zeka da herkeste mutlaka belli bir düzeyde vardır ve gelişebilir.
Yani sevgili okuyucular cevap veriyorum, biz bu matematiği sayılardan ibaret görmediğimiz anda, hayatta kalma mücadelesi verdiğimiz her anda farkında olmasak da kullanıyor olacağız. Matematiğin kazandırdığı o esnek bakış açısıyla belki Feridun Düzağaç’ın “Boş Ders” şarkısında geçen “...kendimi kendimden çıkarsam sıfır kalmaz, bu matematik bizi kandırıyor hocam” şarkısına daha keyifli eşlik edeceğiz...