Hoşnutsuzluk

Hasan Yıkıcı

Son bir haftadır en çok duyduğumuz, öyle görünüyor ki önümüzdeki dönemde de sıkça gündemimizi işgal edecek olan kelime, hoşnutsuzluk.

Türk Dil Kurumu, hoşnutsuzluk kelimesini, “hoşnut olmama” durumu olarak tanımlıyor. Hoşnut ise sözlüğe göre “Bir davranış, bir durum veya bir kimseden memnun olan, yakınması olmayan” anlamına gelmektedir.
 

Kelimenin etimolojisine indikçe, sadece tek bir tarafı işaret eden, dışsal bir hoşnutluk durumunu barındırmadığını anlıyoruz. Hoşnut, Farsça, oşnūd veya hoşnūd kökünden Türkçeye kazandırılmış. Bu yanıyla ise kelime genel bir memnun olma durumuna gönderme yapıyor. Kelime sadece karşısındakinin hal-tavırlarından değil aynı zamanda kişinin kendi maddi-manevi yaşamından da, kendine yeterliliği noktasında da bir memnuniyetliği imlemektedir.

Araştırdıkça hoşnut kelimesinin aynı zamanda Fransızca bir kelime olan fruktoz ile de bağı olduğunu öğrendim. Fruktoz tahmin ettiğiniz gibi, bildiğimiz meyve şekeri anlamına geliyor. Sözcük Latince’de “meyve, verim, mahsul” anlamına gelen fructus kelimesinden türedi. Fructus’un kökü olan “frui, fruct” ise hoşnut olmak, ürün elde etmek anlamına geliyor. Aynen “ağaç meyvesini verdi” dediğimizde, bir yanıyla ortaya çıkan ürünü, diğer yanıyla da bu ürünün üzerimizde yarattığı hoşnutluk durumunu kastetmek gibi.

Hoşnutluk ile aynı zamanda Arapça kyf kökünden türeyen keyif kelimesi arasında paralellik kurabiliriz. Arapça kayf, yani keyif, iyi ruh hali, hoşnutluk anlamına geliyor. Gündelik hayat içerisinde “keyfim kaçtı” diyerek bir ana ve olaya gönderme yaparız. Fakat hoşnutluluk veya hoşnutsuzluk dediğimizde süre giden bir halden, oluş sürecine gönderme yaparız.

Keyif gelen veya giden bir halet-i ruhiyedir, -keyfim yerine geldi, keyfin kaçtı-, hoşnutluk ise olan, süren bir durumdur -bu durumdan hoşnut oldum.- Biri aktüel, diğeri varoluşsal bir hal.

Son olarak, kelimenin Antik Yunanca karşılığı ise euphoria. Euphoria kökü, eu- kısaca iyi, güzel anlamına gelmektedir. Eu- kökü, taşımak-dayanmak anlamına gelen -pherein ile kaynaşması sonucunda ortaya çıkan Euphoria kelimesi ise, dayanma gücü anlamında kullanılıyor. Yani diğer anlamlarından farklı olarak burada bir güç durumu, potansiyel söz konusu. Hoşnutsuzluk anlamına gelen dysphoria kavramını ise yine aynı bağlam içerisinde güçsüzlük ve potansiyel yoksunluğu olarak değerlendirebiliriz.

Bilim ve Sanat Yayınları’ndan çıkan Selçuk Budak’ın kaleme aldığı psikoloji sözlüğünde “Hoşnutluk” kelimesi şöyle tarif ediliyor: “Normalde yoğun bir iyimserlik, hoşnutluk, neşe, sevinç duygusu.” Sözlükte aynı zamanda hoşnutluğun patolojik bir semptom da olabileceği belirtiliyor. Fakat bu başka bir mesele.

Yine aynı sözlükte, Hoşnutsuzluk ise şu şekilde açıklanmakta: “Genel bir mutsuzluk, hoşnutsuzluk, huzursuzluk, çöküntülük, kaygı, rahatsızlık duygusu.”

***

Hoşnutsuzluk, malum protokol ve protokolle estirilmeye çalışan havanın tamamlayıcısı

yeni yasa tasarılarıyla beraber gündeme geldi. Eğer tasarılar yasallaşırsa, Cumhurbaşkanı’nda veya kktc-Türkiye arasındaki ilişkilerde ‘hoşnutsuzluk’ yaratmak artık suç sayılacak.

Aslında tam da zamanın ruhuna uygun bir girişim. Milliyetçilikle beraber gelen topyekun otoriterleşme dalgalarından birinin daha kıyıyı yalaması.

Peki denklemi tersten kurmayı denesek. Yani elit-yönetici ve ayrıcalıklı bir kesimin hoşnut olması pahasına, çoğunluğun hoşnutsuzluğu ve bunun bastırılması     ! Burada iki unsur var. Bunlardan ilki, iktidar kesiminin halkın hoşnutsuzluğunu üstü kapalı da olsa kabul ediyor olması. Aksi taktirde böyle bir yasal girişimde bulunmazlardı. İkinci unsur ise, hoşnutsuzluğu ve hoşnutsuzluğu yaratan koşulları ortadan kaldırmak, ya da en azından azaltabilmek değil de, bunu baskı altına almak, yönetmeye, yok etmeye ve susturmaya çalışmak. Bu anlamda, sıradan insanların hoşnutsuzluğu, yönetici elitlerde hoşnutsuzluk yaratmış olacak ki, kendi hoşnutsuzluklarını gidermenin yolu olarak, hedef hoşnutsuzluğu, anlamaya çalışmaya çalışmak yerine yok etmeye ve bastırmaya kalkışıyorlar.

Evet, hoşnutsuz zamanlarda yaşıyoruz.

Merkez muhalefet veya sosyal medyada pasif agresif tavırlarda bulunan ‘keskin muhalifler’ gibi, bu hoşnutsuzluğu tekil bireylerde, isimlerde veya kişilerde aramıyorum. Ersin Tatar merkezinde dönen birçok sosyal medya hezeyanı, aslında Tatar ile ilgili değil, Tatar’ı gündemine alıp çıkışanlarla ilgili bir kanaatin ve algının oluşmasına yarıyor. Tatar her seferinde gündem olmayı, gündemi belirlemeyi ve kendisinin belirlediği konuyu tartıştırmayı becerebiliyor. Fakat sosyal medyada muhaliflik yapan kesimlerin birçoğu kendi gündemlerini konuşmayı, gündem belirlemeyi ve bunun peşinden gitmeyi beceremiyor. Tatar oyun kurucu, diğerleri ise önlerine atılan topa vurarak günü geçiştiren pozisyonda oluyor. Bu ilişki biçimi aslında beraberinde bir yabancılaşma ilişkisini getiriyor. Herkes Tatar ile uğraşırken ve Tatar gündemi belirlemiş olurken; hoşnutsuzluğu yaratan gerçekler, maddi, nesnel koşullar konuşulmuyor, bunlara dair gündem belirleyici ve kurucu öneriler yapılmıyor. Bu durumun varlığı bile bir hoşnutsuzluk durumuna tekabül ediyor.

***

Halbuki, hoşnutsuzluğun nesnel-maddi-tarihsel bir tarafı vardır.  Nesnel olan, kişilerden bağımsız gelişen fakat kişileri de ilişki ağı içerisine alan maddi/kültürel ve tarihsel koşullarla ilintili. Mahallenizden tutun da yaşadığımız ülkenin çıkmazlarına kadar açıyı genişletebiliriz. Özel sektör çalışanın, geliri her gün eriyen orta sınıf kamu çalışanının veya yaşama tutunmaktan güçlük çeken bir gencin hayatında yeterinden fazla hoşnutsuzluk vardır. Sağlık, eğitim, trafik vs… Liste uzar gider. Yani yaşadığımız birçok hoşnutsuzluğun sınıfsal bir tarafı var.  

İktidarlar, yukarda bahsettiğim nesnel huzursuzlukla ilgili olarak, bunu bastırmak ve susturmaya çalışmak dışında bir adım atmıyor. Yönetişim aslında tam da huzursuzluğun yönetilmesidir.

Hatta bu huzursuzluğun üreticisi olduklarını yazmak hiç de yanlış olmayacaktır. Neoliberal akıl ve onunla uyumlu kesimler bu tarz bir hoşnutsuzluğu körüklemekten başka bir şey yapmıyor zaten. Bunun yanına Kıbrıslı Türkler’in tanınan, yöneten ve kendi kendini idare edebilen bir özne-oluş süreci deneyimlemediklerinden kaynaklı hoşnutsuzluğu da ekleyebiliriz. Protokol ve yasalarla gelen yeni maddeler de zaten doğrudan bu hoşnutsuzluk üretiminin birer parçasıdır. 

Burada, yönetici elitin kaygısı, kendi iktidar hoşnutsuzlukları. Bir anlamda çoğunluğun hoşnutsuzluğunun dile gelmesinden kaynaklı hoşnutsuzluk. Yani konuşmaya, farklı olanı ifade etmeye ve kendini oluşturma çabasına dair duyulan hoşnutsuzluk. Bu açıkça bir özgüven eksikliğinin, acizliğin ve kendiyle barışık olmama durumunun ama öte yandan da köle-efendi ilişkisindeki efendinin, karşısındakini bağımsız bir varlık olarak tanımaması, hazmedememesi ve onu yok etmek ya da kendi tahayyülündeki formlara sokmak istemesinin bir uzantısıdır. Bu anlamda kopkoyu bir faşizmdir.

Öte yandan muhalif hoşnutsuzluğun da ne yazık ki yaratıcı olmadığını ve içinde bulunduğu pasif depresif karakterden kurtulamadığını da eklemek gerekmektedir. Salt reaksiyonlar, kişilerle uğraşmalar, özgürlükçü bir dil yerine sürekli olarak otoriter devletlerin ruhunu yansıtan erkek egemen bir dil kullanılması, etnik kimlikçi sloganlar ve tektipleştirmeler, orta sınıf hezeyanlar, birbiri ardına tetiklenen histerik çıkışlar… Muhalif kesimler hoşnutsuzluklarını, yeni hoşnutsuzluklar yaratarak öznel olarak yeniden üretiyor. Halbuki bir direnişte neşe, sevinç, yaratıcılık ve kahkaha olmazsa, o direniş, iktidar yapılarından devşirdiği dil, tavır ve negatif kanaatlerle karşı olduğu odağı yeniden ve yeniden üretir. Dolayısıyla burada bir –içsel- hoşnutsuzluk daha ortaya çıkıyor. Kendi yolunu açamamış, reaksiyon göstermenin dışına çıkamamış ve bir nevi kendi halinden de memnun olamamanın getirdiği hoşnutsuzluk.      

Velhasıl kelam, yukarıdaki kavramları ve açıklamaları akla getirelim. Hoşnutsuzluk düzeniyle mücadele ederken, onun hoşnutsuzluk değerlerini değil, kendi hoşnutluk değerlerimizi üretmeliyiz. Yakınsadığımız sisteme karşı yakınmadan mücadele edebilmeyi, hoşnutsuzluklar rejimine karşı, keyifle, adalet ve özgürleşmek için de iyimser olmayan bir umut ile mücadele etmeliyiz. Mücadele ederken değerler üretmeli, ürettiğimiz değerlerde de neşeli bir mücadelenin ağını örmeliyiz.
 


Dil, politik kimlik ve mücadele

İnsan varoluşunu dil içinde kurar, aslında hepimiz dilin sınırları içerisinde bir varolma potansiyeli barındırırız. Bu sınırlar ve ufuk ne kadar genişse, varoluşumuz da o kadar zengin ve potansiyeli yüksek olur. Dolayısıyla dil kendi dünyamızın sınırlarını gösterir. Bu durum politik kimlikler ve mücadele için de geçerli. Dilimizin sınırları ve niteliği, politik kimliğimizin ve mücadelemizin de sınırlarını belirliyor.

Uzunca bir süredir sendikalardan örgütlere, hatta merkez siyasi partilere kadar muhalif kesimlerin kullandıkları dile dikkat etmeye çalışıyorum. Ezberlenmiş sloganlarla konuşmaları bir yana, kullandıkları ve seçtikleri kelimelerin birçoğunun eril, erkek egemen, güçlü otoriter tınılar barındıran, buyurgan, dayatmacı ve kendi kurmak istediği tahakküm arzusunu içinde barındıran kelimeler olduğunu görüyorum. Böylesine bir dil kullanımı, özgürlük için mücadele ettiğini söyleyenlerin içinde sakladığı tahakküm kurma ve otoriterlik arzusunu açığa çıkartıyor.  

İktidarların ve devletçi zihniyetin ürettiği dil ve anlam yapıları içinden söylem üretmeye çalışan, bu anlam ve yapılarla aralarına mesafe koyup yeni bir dil ve dil ile türeyen değerler üretmeye yanaşmayan, bir mücadele etiği geliştiremeyen muhalif algı, dönüp dolaşıp karşıtı olduğu yapıyı kendi bünyesinde yeniden üretecektir. Hem de gittikçe karşıtı olduğu yapıya benzeyerek.


Anket ve Bağımsızlık Yolu

Göç, Kimlik ve Hak Çalışmaları Merkezi'nin (CMIRS) Nisan ayı anketi, sosyal medyada çok konuşuldu. Öyle ki ankettin sonucundan hoşnut olanlar, sosyal medyada bol bol paylaşım yaptılar. Siyasi tablo ne oranda ankette yansıtıldığı gibidir, emin değilim. Çoğu zaman anketlerin işlevi varolanı göstermekten çok, varolanı biçimlendirecek bir algı yaratımını sağlamaktır zaten. Fakat meselem bu değil. Anketle ilgili güvenilirliği ve inandırıcılığı zedeleyen bir nokta var. Ankette geçtiğimiz seçime katılmayan BKP, KSP ve YKP gibi partilerin ismi ve oranlarına yer verilmekte. Fakat çok kısıtlı imkanlarla %2’ye yakın oy alan ve emek ve özgürlükler odaklı sol siyasete anlamlı bir soluk katan Bağımsızlık Yolu’na ankette yer verilmemiş.

Bunun kesinlikle kötü niyetle veya isteyerek yapıldığını düşünmüyorum. Muhtemelen sorumlular anketlerde yer alan soru kalıplarını güncellemeyi unutmuştur. CMIRS belli aralıklarla önemli anketleri kamuoyuyla paylaşan bir kurum. Gelecek anketlerde bu eksikliği tamamlayacaklarını ve daha gerçekçi bir tablo sunacaklarını umuyorum. 


Ongun Talat – Ürün Solyalı

Son seçimle birlikte Meclis’e giren yeni vekiller arasında iki ismi yakından takip ediyorum. Duruşları, gelişmelere karşı sergiledikleri net tavırları, siyasi bilinçlerinin berraklığı, daha da önemlisi şu ana kadar sosyal medyanın getirdiği “10 saniyeliğine meşhur olma” yanılsamasına düşmeden korumayı becerebildikleri tutarlılıkları ve sakinlikleri ile sadece yeni vekiller içinde değil, genel olarak Meclis çatısı altındaki tüm vekiller arasından örnek bir duruş sergiliyorlar. Evet, tahmin edebileceğiniz gibi Ongun Talat ve Ürün Solyalı’dan bahsediyorum. CTP’yle ilgili eleştirilerimi ve tavrımı bu satırların takipçileri iyi biliyorlar, Ongun Talat ve Ürün Solyalı ile politik olarak birçok farklılığımız var fakat yine de tüm bunlar bu iki ismin örnek ve parlak duruşunun alkışlanması gerektiğinin önüne geçmemeli. Her iki isim de merkez sol siyasette özlenen ve toplumsal mücadele süreçlerine olumlu katkılar sunan politik-etik bir tutum sergiliyor. Umarım illüzyonlara kapılmazlar, şu ana kadar sergiledikleri tutum ve tavırlarından vazgeçmezler.

Kitap önermeyi seven birisi olarak, arkadaşlara, sergiledikleri politik-etik tavırlarını güçlendireceğini ve derinleştireceğini inandığım, stoa felsefesinin önemli isimlerinden ve Roma İmparatorlarından biri olan Marcus Aurelius’un “Kendime Düşünceler” kitabını önermek istiyorum.    

 


 

Yazılara bir ‘yaz’ arası veriyorum. Bugüne dek görüş bildiren, eleştiren, yorumlayan, öneriler yapan ve yazmaya teşvik eden herkese teşekkürler. Günlük bir gazete yazısı formatının dışında, uzun sayılabilecek yazılara gösterdiği esneklikten dolayı sevgili Cenk Mutluyakalı’ya da ayrı bir teşekkür. Bir yere gitmiyorum, biraz soluk arası sadece.