Hüseyin Bahca
Ah güzel Ahmet Abim benim / Gördün mü bak / Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar / Ve dağılmış pazar yerlerine memleket – Edip Cansever
Şehirlerle donatılmış uçurumların yamacındayız Hakan Abi. Tükeniyoruz. Tükendikçe yalnızlaşıyoruz. Ve bu olay örgüsünün en kötü yanı; tükendiğimiz yalnızlığa alışıyoruz. Her şeye alışıyoruz. Her şeyi normalleştiriyoruz. Normalleşiyoruz.
Haziran, lanetli bir kelimedir şiirle uyuyup uyanmaya başladım başlayalı. Haziran, güneşin tenimizdeki tuzlara çemkirmesidir. Haziran, deniz-kızlarının tabanlarımızı yakan kumlarda intihar etmesidir. Rüzgârın balkonları terk etmesi, otobüs duraklarının büyük insanlık gibi yalnızlaşmasıdır. Haziran, uzun zamandır; Haziran değildir.
Delinmiş dağlarımızın eteklerinden gülümsüyorsun artık bize Hakan Abi. Bu tebessüm öylesine içten, öylesine kendince ki: Böylesine gülüşleri unutur oldu yüreğimiz. Üzüm ve badem yaprakları açıyor gülüşünle. Mesarya çöllükten kurtuluyor. Vivaldi keman çalıyor. Yüzünü göremediğim bir saki; Çatoz’da ilk kez gittiğim ve tanıştığımız o köy meyhanesinde gülüşünün şerefine üç buzlu bir bardağı rakıyla dolduruyor. Ve o buzlu rakı; senin o içten gülüşünü daha bir tamamlıyor. Rakı ve Sen, bir paragrafın tüm sözcüklerini sükunete davet ediyor. Boş bir parantez açıyor günden güne normalleştiğimiz hayatımıza, ( ) boşluklarla.
Bugünlerde zaman, tutuk seslerimizle, ağlayışların ritminde dağılan anlamdır. İçimizdeki mağaraların yeraltlarına yaptığımız yolculuklardır. Tuvalini siyaha boyaması ve renklere küsmesidir bir ressamın. Bugünlerde günler, gün olmaktan istifa etmektedir. Kayıp anlar koleksiyonudur.
Kısa cümleler kuruyoruz birkaç gündür. Uzun cümlelere ne niyetimiz, ne de gücümüz var. Dosta da düşmana da selamı kestik. Telefonlara bakamıyoruz çoğunlukla. Televizyon kanallarını da izlemiyoruz. Gazeteleri de okumuyoruz. Haber paketlerimizi de iptal ettirmeyi düşünüyoruz. Okuduğumuz kitapları ve dergileri de bir köşeye attık, öylece boynu bükük duruyorlar, haziran güneşiyle kırılan mevsimlik çiçekler gibi duruyorlar, bizim gibi duruyorlar… Duruyoruz: İçimiz hep bir hoşça kal ülkesi.
Hakan Abi, kalbinin yetmediğini söylediler bize: İnanmadım. Yarım-yamalak ülkemizdeki tıp, senin kalbini dile getirerek bir kez daha tükenmişliğini ve sistemsel bir değişikliğe ihtiyacı olduğunu kanıtladı. Senin kalbin, keşfedilmemiş gezegenler de dahil olmak üzere; bütün evreni içine alırdı. Ve yine de; çocukların çok-dilli müziğiyle oyunlar oynamasına yer kalırdı senin kalbinde. Kimselerin hatırlamadığı nakaratlar o kalbin içinde yaralarımızı sarardı. İnsanı büyütürdü. Yaşından büyük olgunluklarla tanıştırırdı. Doğduğumuz toprakların lağımlı suratlarına ve satılmışlarına yer yoktu bir tek senin kalbinde! Bu yüzden inanmıyorum: İnanmak istemiyorum doktorların söylediğine.
Hakan Abi, yakın bir zamanda Bufavento’nun doruğunda; sol yanımıza Lefkoşa’yı ve Güney’i, sağ yanımıza da Girne’yi ve insana çıkan maviyi, ve senin bulutlarla serinleyen, benim de acıyla keskinleşen rakılarımızı alıp; Kıbrıs’ta barışı kutlayacağız. İçimizden kuşların geçtiği vakitte, sen, ömrünü törpülediğin barışı hayata geçirdiğimizi bir anlığına unutarak, yine; “sek içme Hüseyin’im, mideye zarar.” diyeceksin. Biliyorum. O güne kadar hoşça kal güzel Abi’m. Ve unutmadan, kalbi kırık sözcüklerimle sana bu cümlemi iletmeliyim; “Edip Cansever’in Ahmet Abi’si varsa, benim de Hakan Abi’m var! Ve yaşadığım ülke gibiyim: Yarım-yamalak.”
Ödül ve Öykü bize emanet Abi. Işıklara yol göster. Işıkların saflığına gülümse. Işıklara gülümsemeyi öğret. Hoşça kal.