“Hüseyin Irkad’ın gizli yolu...”

Sevgül Uludağ

Ulus Irkad

Rahmetli babam Hüseyin Irkad oldukça çok okuyan ve kütüphanesine de önem veren aydın bir insandı. Baf’ta 1954 yılında evlenmiş ve aynı yıl orada öğretmenliğe de başlamıştı. Daha önce birkaç sene Beyarmudu Ziraat Koleji’nde öğretmenlik yapmıştı. Kardeşim Tema ve ben 1955 ve 1957 yıllarında doğmuştuk. Babamız 1958 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü’ne burs kazanarak sırf ortaokulda İngilizce öğretmeni olmak için gitmiş ve iki yıl aradan sonra 1960 yılında, Baf Kurtuluş Lisesi’nde İngilizce öğretmeni olarak Ankara’dan geriye dönmüştü. Babamız yine 1969 yılında da Cardiff Üniversitesi’ne British Council bursuyla masterlik yapmak için gitmiş ve bir sene sonra masterliğini tamamlayarak geri dönmüştü. İgiltere’ye gittiği zaman 37 yaşındaydı ve beş çocuk sahibiydi. Babamız gerek 1957-58 yıllarından sonra Baf’ta öğretmenlik yaparken, gerekse 1960 yılından sonra Baf Kurtuluş Lisesi’nde öğretmenliğe başladıktan sonra bizlerle çok ilgilenmekte ve boş zamanlarında bizlere teori ve pratik dersler vererek bizlerin bilgisini artırmaktaydı. Çok iyi hatırlıyorum dersler sırasında bizlere müzik dersi de vermekte ve elindeki mandolin ile bizlere şarkılar öğretmekteydi. Mesela ;

“Manastırın ortasında var bir havuz"

Bu yurdun kızları hepsi de yavuz” şarkısını ilk bize öğreten babamız Hüseyin Irkad’dı. Gene yabancı bir Almanca parça olan;

“Andüvali vudde kandivali vudde” parçasını da  bana ve Tema’ya mandolinle bizlere eşlik ederek o öğretmişti.

Bizlere verdiği tarih derslerinde Baf bölgesi ve tarihi eserler hakkında bilgiler verir sonra da bizi Lambretta motoru ile o tarihi eserleri görmemiz için geziye çıkarırdı. Bu gezmeler sırasında Baf Kalesi’ni, Dip-Baf Roma Tiyatrosunu, Hacı Mehmet Efendi Türbesi, Hoca İbrahim Sıdkı Efendi Türbeleri’ni de ziyaret etmiştik.

Hiç unutmam bu gezmelerden birinde babamız bizi Afrodit’in Taşı veya Baflıların “Gavur Taşı”  dedikleri dev kayaya götürmüştü. İlk önce Tema ile benim dikey olarak kayaya çıkma gayreti göstermemizi istemiş ama baktık gördük ki dikey olarak kayaya çıkılamıyor, derhal geriye dönerek tırmanma işini bırakmıştık. Babamız daha sonra “Benimle gelin” diyerek kardeşimle beni ellerimizden tutarak kayanın yerden ve denize yakın bir yerinden üste çıkan çok gizli bir patika yoldan, kendisini takip etmemizi istemişti. Bir şartı vardı, patikanın sonuna kadar, yani bu dolambaçlı ve dar yolu takip edecektik. Öyle de yaptık… Bir aralık patika yol denizin taraflarına kadar uzanmış ama biz gene de yürümeye devam etmiştik. Birkaç saniye sonra kayanın doruğundaydık. Eğer kayanın karadan görülen tarafından tırmanmaya başlasaydık kayanın en doruk noktasına çıkamayacaktık.

1974 olayları geçmiş, Kuzey Kıbrıs’a gelmiş ve 2003 yılında Baf’a bir grup Baflı’yla otobüslerle gitmiştik. Oğluma kayaya tırmanmasını söylemiş ama dikeylemesine değil ona göstereceğim patikadan en üst doruk noktaya çıkabileceğini öğütlemiştim ve ben en önde, o da arkadan beni takip ederek Gavur Taşı’nın zirvesine kadar bu dar ve dolambaçlı patikadan yürümüş, zirveye çıkmıştık. Bakın, küçükken öğretilenler büyüdükten sonra ne kadar da işe yarıyormuş gibi de düşünmüştüm.

Babamızla yaptığımız öğretici gezilerimizden biri de gene hatırladığım kadarıyla 1961 veya 1962 yılında olmuştu. Bir Romen uçağı havada motorları bozulduğu için Baf’ın düz ovalarının bulunduğu, hatta şimdilerde hava alanı olan “Yeroşibu” ovalarına mecburi iniş yapmıştı. Babamız o zamanlar Baf Kurtuluş Lisesi’nde İngilizce öğretmeniydi. Beni ve Tema’yı gene “Lambretta” motorunun üzerine alarak, o gün de hava yağmurlu ovalar da çamur deryası ve sıyrılgan olmasına rağmen, zor bir yolculuktan sonra Romen uçağına kadar götürmüş ve büyük kardeşimle beni uçağın pilot kabinine kadar sokmuştu.  Bize pilotla birlikte pilot kabinindeki cihazlar hakkında bilgiler vermişti. Gerçi ben ilk uçak yolculuğumu bu olaydan 22 sene sonra Türkiye-İstanbul’a gerçekleştirecektim ama uçak maceram benim babamızla yaptığımız bu maceralı yolculuğa kadar dayanıyordu.

Çocukluğum sırasında öğretmen babamızla yaptığımız bu güzel ve maceralı ama öğretici yolculuklar bana hayatta çok fazla okumama ve araştırmalar yapmama yarayacaktı. İyi bir aile ve okul eğitiminin ne kadar faydalı olduğunu bana isbat edecekti.


Hüseyin Irkad, Bucak Yayınları için hazırlanırken...


“Ordu’da Varlık Vergisi hiç yaşanmadı!”

Güven BAYAR

Ordu'ya 1915 sonrası geri dönebilenler yaşadıkları kayıpların yasını tutacak durumda değillerdi. Bu öyle bir süreç ki Ordu'dan hatta Türkiye'den gitmelerine sebep olacak kırılmalar daha yaşanmamıştı. İlk olarak 1937'de yıkılan Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi ve ardından 1942 Varlık Vergisi... Ordu'da Varlık Vergisi sürecinin yazılı tarihini bir kenara bırakalım, çünkü yok, sözlü tarih olarak dahi anlatılıp aktarılamadı. Buna sebep olan, komşusunun evini, dükkanını bürokrasi eliyle alıp düzenlerini devam ettiren Ordu'nun hâli vakti yerinde aileleri ve korkup susmayı tercih eden, bana dokunmayan bin yaşasın zihniyetindeki insanlardır.

Varlık Vergisi kanununun resmi gerekçesi, hükümet tarafından "olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek kârlılığı vergilemek" herhangi bir dini veya etnik grubu hedef almamak olarak dile getirilse de basına kapalı olarak yapılan CHP grup toplantısında başbakan Şükrü Saraçoğlu'nun vurguladığı gerekçeler farklıdır:

"Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz."

Tek Parti döneminin Kemalist milliyetçi anlayışı bugün boyut değiştirmiş olsa da milli konularda kendini gösterir, pozisyonunu korur. Bugüne kadar konuştuğum Ordulu Ermeniler İsmet Paşa'dan pek hoşlanmazlar. Ordu'da yaşayan Ermenilerin 1950 seçimlerindeki Menderesçi duruşunu iyi analiz etmek gerekiyor. Madem tarihe not düşüyoruz, yıkılan Ermeni Kilisesi karşısında bulunan Ermeni Okulu'nun isminin İsmet Paşa olduğunu, mahallenin de okula uygun bir isimle taçlandırılıp Zaferi Milli Mahallesi'ne dönüştüğünü belirtelim.

"O lafı babam ölene kadar unutmadı"

Ordu'da varlık vergisi dönemini yaşayanlardan Doktor Dikran Toraman ile başlayalım:

"Varlık Vergisi döneminde Doktor Sefer Altan'ın abisi İsmail Altan tahsilat sorumlusuydu. Aynı zamanda Ordu Belediyesi'nde vezne müdürüydü. İsmail Altan babamın samimi dostu idi, her öğlen yemeğinden sonra dükkana gelir kahvesini bizde içerdi. 1942'de Varlık vergisi çıktığında savaş zamanı dükkanda mal yok, mülk yok, çalışan yok bir gün geldi kahvesini içerken tezgahın arkalarına bakmaya başladı babam dedi ki 'Bey ne arıyorsun?', 'Hamam tası arıyorum' dedi, kalktı gitti. 15 gün sonra babama 15 bin lira varlık vergisi vurdular. O sırada dükkanda olan manifaturacı Hacı Karekin Efendi'ye de haber geldi, ona 50 bin lira varlık vergisi vurmuşlar. Babam 15 gün içinde ödeyemediği için babama 500 lira, Karekin Efendi'ye ise 5 bin lira ceza geldi. Ordu'da Tahıl Pazarı'nda Nezirlerin karşısında 3 tane dükkan var köşeye kadar, o dükkanları babam yok parasına Sarı Hafız diye birisine sattı. Ordu Belediye Reisi İbrahim Türkmen vardı, Kazım Türkmen'in amcası, o yardım etti, Osman Ağa yardım etti, Aşkale'ye gitmekten kurtuldu babam. İsmail Altan biz parayı ödedikten sonra gelip kahvesini içerken babama bugün gibi aklımda aynen şöyle dedi: 'Ulan gavur, bizi atlattın, seni biz Aşkale'ye süremedik.' Yüzüne karşı… O lafı babam ölene kadar unutmadı."

Hacı Karekin Bey'in Manifaturacı dükkanı, içindeki malları ve evi satıldı. Aşkale'ye gitmekten kurtuldu. Evi halen ayakta. O ev için özel, İstanbul'dan, mimar getirtip yaptırmıştı, çok zengindi. Bedros isimli bir oğlu vardı, Ordu'daki ilk çocuk bisikleti ondaydı. Evin içinde hamam, aynı okullardaki gibi ders odası vardı. Varlık Vergisi sonrası evin içini yeni sahibi Mustafa Furtun bozdu. Kalorifer yaptı tutturamadı, pencereleri kapattı, balkonu kapattı, berbat etti evi. Karekin Bey kiracı olmuştu aynı mahallede, Boztepe'den Süleyman'ın evinde; kızının düğününü de orada yaptı. Düğün zamanı bizim dükkana gelirdi, dükkanın arkasında eskilerin deyimiyle Tepeyi Bala bugün Yukarı Tepe Köyü olarak geçen yerdeki 300 dönüm yerini yok parasına parça parça satıp biraz daha yaşadılar. Oradaki köy evleri duruyor, Ali Apaydın isimli bir bekçileri vardı. 1940'ların sonunda İstanbul'a gittiler. Çocukları da dünyanın dört bir tarafına dağıldı. Vefat etti hepsi. Karekin Bey'in mezarı İstanbul Feriköy Protestan Mezarlığı'nda.

"Yataktan çocuğu aşağıya, tahtanın üstüne indirip ne varsa alıp götürmüşler"

Ordu'da Emlak Kredi Bankası'nın yerinde fabrika vardı, yandı. Onun altında ayakkabı tamircisi Haçik vardı, eşi Maryam, 4 çocuğu... Bir ayağı sakat, ona da bin lira varlık vergisi vurdular. O da Aşkale'ye gitmekten kurtuldu ama Ordu'da kalamadı, daha sonra İstanbul'a göçtü.

Mahallede Taş ustası Mıgır vardı. Annesi, karısı, oğlu yaşıyordu. Bizim evin yolunda bir dere vardı, bir de taş köprü, 50 metre, çarşı tarafında, orada boş bir yere kazıklar çakmış kazıkların üzerine ev yapmış, bir taraftan baksan tahtadan öbür tarafı görünüyor. Varlık Vergisi'nde ona da 500 lira vurdu, verememiş, hacze gelmişler eve. Bakmışlar ki yatakta bir çocuk yatıyor, 2 güğüm var, birkaç tabak… Adam demiş ki: 'Müdür Bey biz bunun neyini haczedeceğiz?' Müdür Bey de demiş ki: 'Ne yapayım oğlum, kanun böyle.' Yataktan çocuğu aşağıya, tahtanın üstüne indirip ne varsa alıp götürmüşler.

Varlık Vergisi'nde babasından kalan tüm yerlerini kaybeden Handan Çiknavoryan annesiyle Terzi Garabet Dertliyanların evinin karşısında yaşıyordu. Çok güzel ud çalardı. Resmi davet olduğunda valilikten araba gelir Handan Hanım'ı alır tüm mezeleri yemekleri o hazırlardı. Bir gün mahalleden Kamil Furtun'un cenazesi geçiyor, Handan Hanım pencereye çıkıp 'Ahirette Görüşürüz Kamil' diye bağırdı. O güne kadar ilk defa böyle bir şey sesli söylendi. Handan Hanım yaşlanmıştı, evini Türklerden ismi lazım değil birisine sattı. Kefen parası için, kimseye yük olmamak için öldüğünde çıkmak şartıyla. Bir süre sonra kapısına dayandılar, yıkıp ev yaptıracağız çık demeye başladılar. Bir sabah duyduk ki Handan Hanım kendini asmış. O ev duruyor, adam felç geçirdi öldü gitti, ona da yaramadı.

Varlık Vergisi ile hayatı alt üst olan isimlere Kuyumcu Vahan Usta'yı, Matbaacı Karnik Efendi'yi, Ordu'da günümüze kadar gelebilmiş sivil mimari ve simge onlarca yapıda (Ziraat Bankası, Millet Sineması, Merkez Polis Karakolu Binası) imzası bulunan Mühendis Armenak Bey'i, Kirkor Bey'i, Kuru Kahveci Melik Usta'yı, Artin Bey'i, Arjantin'de yaşayan Deveci Ailesi'ni ekleyebiliriz, liste çok uzun…

Varlık Vergisi'nden kurtulan, Karadeniz'in belki de Türkiye'nin son Bakır ustalarından Ovakim (Lazyan) Ağa'nın torunu, Bakırcı Mıgırdıç Usta'nın oğlu Ordulu Bakır Ustası Harutyun Artun ile devam edelim:

"II. Dünya Savaşı zamanı Karadeniz'e iki savaş gemisi çıkmıştı, Kınatepe ve Kocatepe. Birisinin buhar borusu patlamış Vona (Perşembe) açıklarında. Gemi yol alamıyor, fırtına çıksa her şey olabilir. Amiral Ordu Valiliği'ne haber yolluyor, yapabilecek usta var mı diye. Vali babamı çağırıyor, hikâye uzun, gemiden parça geliyor, dükkanda kaynak yapılıp parça gemiye geri gidiyor sorun çözülüyor. Babama daha sonra hizmet takdirnamesi geldi. Bu yüzden Varlık Vergisi'nden muaf tutulduk."

Yazıyı Shakespeare'in kaleminden çıkan bir tirad ile bitirelim (1517'de Londra'da çıkan bir ayaklanmada, Sir Thomas More'un ayaklanma karşısındaki tiradı).

"Farz edelim ki yabancılar yerlerinden edilmiş ve şu sizin şamatanız,

İngiltere'nin bütün ihtişamını bastırmış olsun:

Gördüğünüzü düşünün, sefil yabancıların,

Sırtlarında bebeleri ve pılı pırtılarıyla,

Sürülmek üzere limanlara ve kıyılara doğru ağır ağır yürüdüklerini

Ve siz de kral gibi oturun yerli yerinizde, keyfinizin kâhyası olarak,

Hükümetin sesi sizin şamatanızla kısılmış,

Ve gaddarlığınız düşüncenizi örtmüş olsun:

Anlatayım size, elinize ne geçmiş olur:

Nasıl arsızlığın ve kaba kuvvetin galip geldiğini,

Düzenin nasıl alt edileceğini öğretmiş olursunuz başkalarına:

Ve bu şekilde, hiçbiriniz uzun yaşamazsınız,

Başka canavarların da kuruntuları harekete geçip,

Aynı zorbalıkla, benzer sebeplerle ve kendilerini haklı görerek,

Sizleri parçalamak üzere saldırırlar, ve insanlar yırtıcı balıklar gibi,

Birbirini yemeye başlar." (*)

(*)  Shakespeare, Sir Thomas More (II. Perde, II. Sahne)

Oyundan Çeviri: Profesör, yazar ve gazeteci Ayhan Aktar

(T24 – Güven Bayar – 24.7.2022)