Simge Çerkezoğlu
Hüseyin Kaba tam anlamı ile memleket sevdalısı… Yıllarca gazetelerde Lefkoşa’yı anlatan yazılar yazdıktan sonra sahip olduğu bu birikimi kitaplara ölümsüzleştiriyor. Okurlarını bambaşka bir Lefkoşa ile buluştururken, yaşadığımız şehre aslında ne denli yabancı olduğumuzu da gözler önüne seriyor. Yeni kitabı ‘Çığlık Çığlığa Lefkoşa’yı ve şehre dair inanılmaz bilgileri bizimle paylaşıyor.
“İLK YAZIMDA SEMAZEN MESRUR’U ANLATTIM”
Hüseyin Kaba hayatını muhasebecilik yaparak kazandı. Dönem dönem gazetelerde de çalıştı, içindeki yazma güdüsü bu vesile ile hayat buldu. Yeni Demokrat gazetesindeki ilk yazsısında İngiliz döneminde yaşayan bir semazeni anlattı. Yazma serüveni böylece başladı.
“Yazmaya elbette birikim sonucu başladım. Yeni Demokrat gazetesinde çalıştığım yıllarda hafta sonları siyasiler konuşmadığı için haber sıkıntısı çektiğimiz zamanlar olurdu. Böyle zamanlarda Türkiye’nin ajanslarından, televizyonlarından, radyolarından derlediğimiz haberleri gazetelere de yazardık. Bir anlamda kendimize haber yaratırdık, olmazsa da magazin haberleri ile sayfaları doldururduk. Bu durum beni rahatsız ederdi. Neden illa ki haber için siyasilerin konuşmasını beklememiz gerekiyor diye düşünürdüm. Elbette siyasi bir gazeteydik ama ben Kıbrıs’a, tarihe, anılarıma ilişkin bir şeyler yazmayı düşünmeye başladım. Çocukluğum Lefkoşa’da, Suriçi’nde, Mevlevi Tekkesi yakınında Alparslan Sokak’ta geçti. İlginç bir mahalleydi, çok renkli simaları vardı. Ben de bunları sözlü olarak sıklıkla anlatırdım. Aralarında Mevlevihane’nin Mesrur diye bir semazeni de vardı. İngiliz döneminde Mevlevi Tekkesi’nde izne tabi zamanlarda sema gösterileri yapardı. Aynı sokakta tapu memurluğu yapan, çok güzel de ney çalan Rıza Efendi vardı. Tüm bunlar çok net hatırladığım detaylardı. Bir gün bu karakterlerle ilgili bir yazı kaleme aldım. Bu gerçek karakterleri, edebi abartılarla süsledim. Gazetede yayınladım. İnsanlar çok beğendi, pek çok olumlu tepkiler aldım. Böylece Lefkoşa’ya dair yazılar yazmaya başladım. Zaman içinde bu yazılarımı farklı gazetelerde yayınlandı. Bu arşivimin yedi yüz sayfaya ulaştığını fark ettim. Böylece bu yazılar içerisinden yaptığım seçkiler sonucunda, yeni bilgiler de ekleyerek kitaplar yayınlamaya karar verdim.”
“HER ZAMAN TOPLUMUMUN YANINDA YER ALAN YAZILAR KALEME ALDIM”
Hüseyin Kaba’nın yazılarının en özgün yanı tarihe ışık tutmak yanında her daim Lefkoşa’ya dair izler taşıması… ‘Çığlık Çığlığa Lefkoşa’ kitabı da bunun en iyi örneklerinden biri…
“Yazılarımı hep Lefkoşa üzerine yazdım ancak bazı olayları anlatırken dış dünyayı anlattığım, farklı ülkelerin Kıbrıs üzerindeki etkilerini yorumladığım yazılarım da oldu. Tabii tüm bunları anlatırken kendi içimde yaşadığım toplumu göz önünde bulundurdum. Her zaman kendi toplumumun yanında yer alan yazılar kaleme aldım. Lefkoşa’da doğup büyüdüğüm, hayatımın büyük bir çoğunluğunu bu sokakları gözlemleyerek geçirdiğim için daima Lefkoşa üzerine yazılar yazdım. Çığlık Çığlığa Lefkoşa kitabım da bunlardan biri olarak yayınlandı. KA yayınları ismiyle kendi yayın evimi de kurdum. Zaman içinde başka kitaplar da yayınlamayı düşünüyorum. Bu kitaba Çığlık Çığlığa Lefkoşa ismini verdim çünkü insanın çığlık çığlığa olması bir mutluluk ifadesi olarak da açıklanabilir, hayatta bunun tam tersi de mümkündür. Toplumumuz bu günlere bence çığlık çığlığa geldi. Pek çok acı, ıstırap, gözyaşı döktü. Ben de bu nedenle kitabıma bu ismi vermek istedim ama bir yanıyla da mutluluğu da ifade ettiği için içinde umut barındırmasını da arzu ettim.”
Lefkoşa ile ilgili pek çok yazısı bulunan Kaba’nın Çığlık Çığlığa Lefkoşa kitabı; ‘Gezginler ve Yazarlar’ ile ‘Bildiğimiz Lefkoşa’ olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Elbette onun yazdığı Lefkoşa, bizim bildiğimiz şehre hiç mi hiç benzemiyor.
“Kitabın ilk bölümü Gezginler ve Yazarlar başlığı altında topladığım yazılardan oluşuyor. Amacım Lefkoşa’nın tarihine ışık tutarak, öncelikle tarihte Lefkoşa’ya dair yabancı yazıların, gezginlerin yazdıklarına yer verip, onların anlattıklarından yola çıkarak kendi gözlemlerimi aktarmaktı. Bu güne kadar bu konuda pek çok kitap okudum. Özellikle Muzaffer Gürkan’nın Lefkoşa’ya dair kaleme aldığı yazılarda atıfta bulunduğu yabancı kaynaklara ulaştım. Bu orijinal kaynakları ben de bire bir okudum. Lefkoşa’ya dair geniş bilgiler edindim. Kitapta tüm bunlara yer verdim. Zaman zaman alıntılar da yaptım. Var olan bilgilerden yola çıkarak, kendi gözlemlerimi anlattım. Tüm bu araştırmalar sırasında önüme pek çok ilginç detay da çıktı. Bildiğimiz Lefkoşa bölümünde ise daha çok kendi gözlemlerime yer vererek zaman zaman önemli kaynaklardan alıntılar yaptım. Benim yazılarımda hiçbir şey uydurma değildir. Lefkoşa’ya bizden çok önce gelen, ziyaret eden, araştıran önemli yazılar yazan insanları göz ardı etmek istemedim.”
“1958 YILINDA SARAYÖNÜ’NÜN ADI ATATÜRK MEYDANI OLARAK DEĞİŞTİRİLDİ”
Kitapta Lefkoşa’ya dair ilginç detaylara yer veren Kaba, zaman içinde kanıksanan ancak neden böyle olduğu sorgulanmayan bilgileri de bizimle buluşturuyor. Şehrin simgesi Sarayönü Meydanı’nın adının Atatürk Meydanı’na dönüşme hikâyesi bunlardan sadece bir tanesi…
“1958’li yılların öncesinde Türk ve Rumların birlikte oldukları bir belediye meclisleri vardı. Bu mecliste Türk toplumunda sivrilen, sevilen ileri gelen insanlar vardı. O mecliste Gigi olarak bilinen Doktor Themistokleus Dervis isimli de bir doktor vardı. Babası Yunanistan’dan gelmişti, ama kendi Kıbrıs’ta doğmuştu. Milliyetçi bir adamdı. Çok çalışkan ve hırslıydı, sonunda başarı varsa onun için yalan söylemek dahi mubahtı. Bir gün Türk üyelere gelin bu Sarayönü meydanının adını değiştirelim dedi. Atatürk adını koyalım dedi. Bizler toplum olarak Atatürk’ü severdik ama yadsınamaz bir gerçek vardı ki dünyada da önemli bir devlet adamı, kahraman olarak anılırdı. Ben çocuk yaşımda yetiştim ona. Tahtakale’de seçimler için miting yaptığını hayal meyal hatırlıyorum. Böylece yılların Sarayönü Meydanı’nın adı Atatürk Meydanı olarak 1950’li yıllarda değiştirilir. Fakat bunun gerisinde başka şeyler de vardı. Amacı Rumların yoğun olduğu bölgelere Yunan milliyetçilerinin ismini vermekti. Bende bulunan bazı haritalarda Türk ismi verilen yerlerin nasıl bu şekilde değiştirildiğini görüyoruz. Bunun da böyle bir hikâyesi var.”
“1800’LÜ YILLARDA HURMA AĞAÇLARIYLA BİRLİKTE BİR BUKET GİBİ LEFKOŞA”
Tabii Kaba’nın kitabında öyle ilginç detaylar, ayrıntılı hikâyeler var ki… bunlardan biri de Arşidük Louis Salvatore…
“Dük Salvatore aslında Alman, Avusturyalı bir kişiydi. Edebi yönü güçlüydü. İngilizce olarak kaleme aldığı kitapları da bulunmaktadır. Çok kültürlü birisiydi. Siz de okudunuz… 1872 yılında şehri şöyle tasvir eder; bir dizi hoş görünümlü tepeyi aştıktan sonra bomboş düzlük arazide, karşımızda hurma ağaçlarıyla birlikte bir buket gibi Lefkoşa çıktı. Edebi yönü yanında çizimleri de vardı. Kitabımda bir Lefkoşa çizimine de yer verdim. İki yıl Kıbrıs’ta yaşadı. Döndükten hemen sonra Lefkoşa, Kıbrıs’ın başkenti diye bir kitap yazdı. Hatta şimdi Türkiye elçiliğinin bulunduğu yer mezarlıktı. Kitabında o mezarlıktan da bahseder. At arabaları oradan geçerken, atların beline kadar su içinde kaldıklarını da anlatır. Mezarlıkta ise birkaç özel türbe bulunduğunu, insanların orada dua ettiğini de anlatırdı. Bu kitapta ayrıca Kıbrıs insanını Türk Rum yumuşak tabiatlı, meyve yiyip, tropik iklimde yatıp kalkan, mahmur insanlar olarak anlatır. Müslüman kadınların baştan aşağıya beyaz giyindiğini yazar.”
“FATİH’TEN LEFKOŞA’YA UZANAN BİR HİKAYE İLGİMİ EN ÇOK ÇEKEN DETAY OLDU”
Lefkoşa’ya dair yapılan bunca araştırma, okunan bunca kitap, yıllarca anlatılan hikayeler ışığında Hüseyin Kaba’nın en ilginç bulduğu bilgiyi merak ediyorum. Anlatılan küçük bir hikayenin onu nerelere taşıdığı konusunda şaşkına dönüyorum.
“Güney Lefkoşa’da Türklerin yoğunlukta olduğu belli bölgeler vardı. Tophane, Ömeriye, Tahtakale ve Tabakhane. Bunları pek çoğumuz biliyoruz ancak bunların yanında bir de Nöbethane vardı ki çok da bilinmezdi. Halil Giray’ın çizmiş olduğu Lefkoşa haritasına göre Ledra Sokağındaki bu bölge Türkçe adı Çizmeci olan Pigmalion sokağını kesen: Ariadnis ile Paleon Patron Germanu sokakları arasındaki bölgedir. Hatta sokakta Nöbethane diye de bir mescit bulunmaktadır. Burası o yıllarda şehirde devriye gezen Türk kolluk güçlerinin merkeziymiş. Bu devriyeler her gün belirli saatlerde “Nöbethane’de nöbet değişimi yaparlar ve bu esnada trampet ve boru çalarlarmış. Ben de bölgeye dair araştırma yaparken bu bilgileri Haşmet Gürkan’ın 1990 tarihli “Bir Cami ve Üç Mescit” başlıklı yazısında okumuştum. Tabii tüm bu araştırmalarım yanında her zaman eski Lefkoşa üzerine anlatılan pek çok hikaye de dinlediğim olurdu. Saray Otel’de muhasebecilik yaptığım yıllarda, hemen otelin yakınında berberlik yapan Şükrü Kaya beyefendi vardı. Müşterileri dönemin aydın insanlarıydı. Tarihi anekdotlara meraklı olduğum için bana onlardan dinlediği hikayeleri anlatırdı. Anlattıkları arasında en ilginç olan Fatih Sultan Mehmet ile ilgiliydi. Fatih İstanbul’u almasından üç gün sonra Ayasofya’ya doğru ilerlerken şehrinin Bizanslılarca ne denli hoyrat kullanıldığına bakıp hayıflanmış ve Farsça bir şiir okumuş, diyordu. Şiiri de bana okumuştu. “Bum növbet mi zennet bertarini efrasiyab, perdedari mi konet der kasrin kayzer ankebut!” Ben nedense bu şiiri hiç unutmamıştım. Yıllar sonra İskender Pala’nın bir kitabını okurken aynı şiirle yeniden karşılaştım. Pala şiirin Şirazlı Sadî tarafından yazıldığını ‘Efrâsiyab’ın kulesinde nöbeti baykuş tutuyor, Kayser’in Sarayında ise Perdedarlığı örümcekler yapıyor, diye açıklamıştı. Bunun üzerine ben buradaki Növbethane ifadesinin bizim bölge ile ilişkisi var mı diye düşünmeye başladım. Böylece bu konuyu biraz daha araştırma ihtiyacı hissetim. Eskiden saray burçlarında görevlendirilmiş askerler olduğunu, bu askerlerin gelmekte olan konukları kale burçlarından izleyerek kale içindeki görevlilere haber verdiklerini, ayrıca gelenlerin karşılanması için trompet çaldıklarını da öğrendim. Böylece güney Lefkoşa’daki Türk bölgesi Növbethane’nin isminin aslında düşündüğümden çok daha eskilere dayanmış olduğunu fark ettim. Sanırım Lefkoşa’ya dair yaptığım yüzlerce araştırma içinde Fatih’ten Lefkoşa’ya uzanan bu hikaye ilgimi en çok çeken detay oldu.”