“İki şey, üzerlerine ne kadar sık durup düşünsem,
gönlümü hep yeni ve gittikçe artan bir hayranlık ve saygıyla dolduruyor: Üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlâk yasası.”
Immanuel Kant.
Daha önce, bir uzay aracının yine Mars’a, insanda çok farklı çağrışımlar uyandıran, iniş anını izlemiştim; 18 Şubat günü NASA’nın yeni uzay araştırma aracı Perseverance’nin Mars üzerine iniş anını, aynı çağrışım yoğunluğunu hissederek, bir kez daha izledim. Uzayın dipsiz boşluğunda milyonlarca kilometre yol kat edildikten sonra gerçekleşen bu olayın, evrenin sırlarının çözülmesine yönelik çalışmaların heyecan verici bir örneği olmasından öte, bana büyülü görünen bir başka yanı olduğunu itiraf etmeliyim. Bundan bir süre önce yine NASA’nın, 4200 ışık yıl uzaklıktaki bir yıldızın son demlerini kaydettiği, onun yok olurken milyonlarca derece sıcaklığında kırmızı, mavi, yeşil renklerden mürekkep ışıklı bir gaz bulutu püskürtmesini ve ardından uzayın sonsuzluğunun içinde kaybolmasını izlerken, olayın kendisine yüklenen bilimsel anlamdan çok, bu büyülü görünümüne vurulduğumu hatırlıyorum. Bu gece de aynı şey oluyor; gözüm ekranda bir süre oturduğum yerde öylece kalıyor ve 700 küsur milyon kilometre ötede yaşananları hayal etmeye çalışıyorum. Yeryüzü handiyse bir cehennem halinde yaşanırken, insanoğlunun hayallerini ve düşlerini kamçılayan, düşüncelerini besleyen bu gizemli boşluk kendini nereye kadar ele verecek? Gecenin o saatinde kafamın içinde sorular dolanıp duruyor; işin doğrusu şu ki, asıl derdim çok daha başka.
Kalkıp dışarıya çıkıyorum; etraf karanlık ve sessiz; gökyüzüne bakıyorum. Bulut yok denecek kadar az, bu gece yıldızlar daha mı yakın yoksa bana mı öyle geliyor, titreşip duruyorlar, ellerimi uzatsam sanki avuçlarıma dolacaklar. Bende her zaman hayranlık, şaşkınlık ve merak duygusu uyandıran bu harikalar diyarından, görünür olanın asıl görünmeyenin varlığını hatırlatan bu büyülü ve şiirsel atlastan gözlerimi alamıyorum. Hava soğuk, hafiften rüzgâr da var, ürperiyorum. Öyle olsa da, soğuk havayı uzun uzun soluyorum, anında içimde tanıdık bir kıpırtı, göğsüm genişliyor, damarlarıma kan doluyor, ayaklarım yerden kesiliyor. Derken zaman geçmişe sarıyor, önümde bir delikanlının hayali beliriyor ve gecenin içinde ve de gökyüzünün altında genişleyen boşlukta okunan bir dize uzun uzun yankılanıyor: “İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür.”
O an tam önümde bir sahne kuruluyor: Şimdi artık bir sis bulutunun arkasında giderek daha da uzaklaşan altmışlı yılların ikinci yarısı; kuşatılmış ilk delikanlılığımızın o zor zamanları. Ergenliğimizin sancılarını yaşarken sınır boylarına takıldığımız, daha neyin ne olduğunu anlamadan elde silah mücahit olduğumuz yıllar. Gece nöbet tuttuğumuz, gündüz okula gittiğimiz; üç adımda tükenen bir Lefkoşa’da, gizli içilen sigaraların parlayıp sönen külü kadar uzayan isyanlarda, gözün göze değdiği anda başlayan imkânsız sevdalarda, hayallerden ibaret hayatları yaşadığımız zamanlar. Her şeyin bir sınır çizgisinin olduğu ve o sınır çizgisinde tükendiği günler.
Sınırsızlığın başladığı yer
Gökyüzüne uzun uzun bakmayı o sınırlar içine hapsolmuş gecelerde öğrendim ben. Karanlık ürkütücü bir ıssızlık halinde önüm sıra uzayıp giderken, başımın üstünde elimi uzatsam neredeyse avuçlarıma dolacak kadar yakın, bulundukları yer itibarıyla ulaşılamayacak kadar uzak duran salkım saçak yıldız yumağının o muhteşem, bir o kadar gizemli ve doğurgan resmine bakarken aştım bütün o zalim sınırları. Çocuksu bir yanılsama mıydı, belki; ama yine de bana öyle geliyordu, öyle hissediyordum ki, gökyüzü ve yıldızlar, görünür görünmez sınırların bittiği, sınırsızlığın başladığı ve özgürlüğün büyüdüğü yerdi. Başka nasıl olabilirdi, o kadar çok şey vardı ki o derin ve sonsuz boşluğa bakarken görüp hissettiğim. Kimi zaman tek başlarına titreşip duran yıldızların her biri gizemli birer harf gibi görünüyorlardı gözlerime ve o salkım saçak halleriyle anlamını tam olarak çözemediğim, ama ne garip, her seferinde başka bir hikâyenin macerasını okuduğum cümlelere dönüşüyorlardı önüm sıra kat kat açılan o ışıltılı sayfalar içinde. Kimi zaman varlığından şüphelendiğim Tanrının ışığı düşer gibi olurdu ruhuma; kimi zaman oralarda bir yerlerde yaşanan muhtemel hayatların uğultusunu duyar gibi olurdum. Bazen de yaşadığım ana güçlü bir itiraz yakalardım o sonsuz dinginliğin sesinde; verili olan hayata, dayatılan sınırlarına, etrafımı kuşatan ve beni tutsak alan her şeyin belirleyiciliğine; zamanın hükmüne ve kendine. Öyle muhteşem bir umman vardı ki yukarda, insan aklına da, ruhuna da, düşlerine ve hayallerine de çağrılar yapıp duruyor, ısrarla o sonsuzlukta saklı olanı anlatıyor ve sanki ben de bunları hissedebiliyor, hatta anlıyordum.
Bir kuş kadar özgürleşmek
Nereden tutulmuştum bu ‘gökyüzü’ hastalığına? Çocukluktan kalma Jules Verne hikâyelerinin gerçeğe dair hiçbir kural tanımayan, onu aşan ve bambaşka bir gerçekliğe dönüştüren hikâyeleri mi girmişti kanıma; sonsuzluğun hayallerimi kışkırtan ve canıma can katan şehveti mi; o ürpertici belirsizliğe bakarken içimde ikinci, üçüncü, dördüncü ve kimi zaman sayısını şaşıracak kadar çok şahsa varan suretlerin bana bambaşka yolları işaret eden ve aklımı karıştıran konuşmaları mı? Yoksa aslını yitiren her şeyin yeniden ve çok farklı biçimlerde çoğalan şiirselliği mi mahkûm etmişti beni o büyülü boşluğa? Belki de yeryüzünün günahlarından kendimi arındırmak için sığınıyordum oraya. Evet, öyle geliyordu ki bana, sanki içine sıkıştığım ve kuşatıldığım hayata dair her şey, büyük bir hayranlık, şaşkınlık ve merak duygusuyla baktığım o ummanın yıldızlı aynasına yansırken siliniyor ve başka şekiller alarak anlamını ancak benim keşfettiğim (uydurduğum belki) yeni görüntüler ve yeni bir dil olarak bana geri dönüyordu ve ne garip, ben de o anlarda soluklarımın genişlediğini, damarlarıma kan dolduğunu, bir kuş kadar özgürleştiğimi ve bütün sınırları aştığımı hissediyordum. Neden böyle oluyordu, neydi peşine düşüp adeta kendimden geçtiğim bu büyülü âlemin sırrı?
Ben işte böyle içimi kemiren sorularıma yanıtlar arayıp dururken tuhaf bir şey oldu. Tesadüfen gözüme ilişen bir gazete haberi adeta imdadıma yetişti. O dönemlerde günlük değil, birkaç gün gecikerek ve birikmiş halde gelen Türkiye gazetelerinden birinde (Cumhuriyet), şair Ülkü Tamer’in ‘ Yeditepe Şiir Ödülü’nü kazandığının (Yıl: 1967) haberini okudum ve okuduğum an çarpıldım. İşin doğrusu, şiir sevdalısı bir yeni yetme olan beni çarpan, ödülü kimin kazandığı değildi, ödül kazanan kitabın ismiydi. Bir kez, bir kez daha ve birçok kez daha, o ismi yüksek sesle okudum: “İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür”
Sonunda buldumdu ve işte o an anladımdı ki, gökyüzüne bakarken içime çektiğim hava değil, gökyüzünün kendisiydi. Göğsümü genişleten, damarlarıma kan dolduran, ayaklarımı yerden kesen, hayallerimi çoğaltan, beni bir başkası ve hatta başkaları olarak kendimden doğuran oydu. Ben o anlarda büyük bir şiiri soluyor gibi oluyordum ve neden/nasıl olduğunu tam anlayamasam da gökyüzüne bakarken onun aynasında hayata dair yansıyan her şeyin kendi aslıyla yer değiştirdiğini görüyor, kuşatıldığım bütün sınırları oraya bakarken aşıyordum. O günlerde aklımı karıştıran ya da çok farklı suretlerde çok farklı dile dönüşerek beni şaşırtan bu görüntülerin, zihnimde anlam çokluğu olarak yer edeceğini, önümde geniş ufuklar açacağını ise çok sonraları anlayacaktım.
Gecenin ıssızlığı efsunlu bir melodi halinde yayılırken, o gün bugündür aklımı ve “gönlümü hep yeni ve gittikçe artan bir hayranlık ve saygıyla” dolduran gökyüzüne bir kez daha bakıyorum. Mars görünmüyordu, yıldızlar uzak yakın titreşiyordu, ay gümüş aydınlığını giyinmişti. Derin derin soluk alıyor ve o büyülü dizeyi kendi kendime bir kez daha mırıldanıyorum: “İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür”