Son 10 yılda milli gelirimiz üç kat artarak kişi başına 15 bin dolar seviyelerine çıkmış olmasına rağmen halkımızın hızla fakirleşiyor olması çok vahim bir gelir dağılımı sorunu ile karşı karşıya olduğumuzun bir göstergesidir. 2004 sonrasında oluşan gelir artışına paralel olarak eşel mobil ve refah payı uygulaması sayesinde aynı dönemde kamudaki maaş ve ücretler Türk Lirası bazında ortalama %185 artarken kamudan geliri olmayan geniş halk kitlelerinin gelir düzeyi önceleri hızlı bir şekilde yükselmişken daha sonraları alabildiğine düşmüştür.
Bir bakış açısına göre ülkedeki kötü gidişata direnebilen tek kesim kamu çalışanlarıdır - ki Türk Lirası bazındaki maaş artışı kimseyi yanıltmamalıdır çünkü dolar cinsinden hesaplandığında son on yıldaki ortalama artış %85 civarında olmuştur. Bu hesaba göre milli gelir üç kat artarken “en iyi durumdaki” kamu çalışanlarının maaşları iki kat bile artmamıştır. Dahası, gittikçe artan gelir adaletsizliği koşullarında kamu çalışanlarının dahi pahalılaşan yaşam karşısında fakirleşiyor olması, iç pazar faaliyetlerinin tamamen durmasına ve zaten zorda olan esnaf kesiminin de topyekûn iflasına sebep olacaktır. Anladığım kadarıyla Kıbrıs Türk solunun uzun yıllardan beridir ekonomik konulardaki ana paradigması bu olagelmiştir. Zira zaman zaman 2. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın da bu minvalde açıklamaları olmaktadır. Bu paradigmanın esas sahibi konumundaki sendikalara göre, “bugünlerde hayat pahalılaşmıştır, akaryakıt, elektrik, gaz ve daha pek çok yaşam standardımızı etkileyebilecek mal ve hizmetin fiyatı yükselmiştir, dolayısı ile çalışanın kayıpları karşılanmalı, maaşlarına yüzde 16 ile 41 arasında artış yapılmalıdır, eğer bu olmazsa, esnaf da iyiden iflasa sürüklenecektir”.
Bu bakış açısına hiçbir itirazım yoktur. Kamu çalışanları da dâhil olmak üzere tüm çalışanların daha yüksek ücretlere kavuşması ve esnafın da yüzünün gülmesi en büyük temennimdir. Ancak olmayan bir kaynağın temennilerle yaratılamayacağını da bilebilecek olgunluğa erişmiş bir halk olduğumuzu da düşünmekteyim.
Soru şudur: Bu kaynağı nasıl yaratacağız?
Bu kaynağı taşıma suyla yaratamayız. Soğuk savaş bitmiş, dünya konjonktürü değişmiştir. Siyasi mülahazalarla mali yardım adı altında bir ülkeden başka bir ülkeye kaynak aktarma yaklaşımının yerini sürdürülebilir ekonomik yapılara geçiş için yürütülen programlar almıştır. Dış yardımlar da bu minvalde sunulmaktadır. Çünkü üretime dayalı olmayan şişirilmiş gelirlerin balon gibi patlaması an meselesidir ve kırılgan ekonomilerin gelişme şansı yoktur. 2008 küresel finans kriziyle birlikte Güney dâhil pek çok Avrupa ülkesi bununla yüzleşmek durumunda kalmıştır. Dolayısı ile örneğin Türkiye’nin bize sunduğu hibe miktarını iki katına çıkarması tek bir niyetle açıklanabilir o da bizi gütmek ve ayaklarımız üzerinde durmamızı engellemektir! Ne siyasi ne de ekonomik akılla örtüşen böylesi bir yaklaşımın alternatifi ise dışa bağımlılığı ortadan kaldırmak ve kendi ayakları üzerinde durabilecek bir ekonomi yaratmaktır. Nitekim 2013-2015 Sürdürülebilir Ekonomiye Geçiş Programı’nın temel amacı da budur.
Buna mukabil kendi irademizle kayıt dışılığı önleme ve pazar faaliyetlerimizi artırmaya dönük uygulamaları hayata geçirmemiz gerekmektedir. Aynı şekilde kafa kafaya verip ekonomimizi iflastan kurtaracak bir bütçe yapısı oluşturmak durumundayız. Bütçe açığımızı ve faizleri dahi ödenemeyen kamu borç stokumuzu görmezden gelerek veyahut hasıraltı ederek kalıcı olacak şekilde ekonomimizi düzlüğe çıkarmamız mümkün görünmemektedir.
28 Temmuz seçimleri sonrasında oluşan yeni Hükümet ve Meclis Atatürk’ün deyişiyle idare-i maslahatçı mı olacak inkılâp mı yapacak? Sendikaların fakirleşmeyi önleyecek taleplerinin karşılanabileceği yeni bir safhaya geçiş için belirli bir dönem hep birlikte özveride bulunmamız gerekecekse, bunu açıklıkla konuşabilmeliyiz.