Bir kez daha Edvard Munch ile yolum bu köşede kesişti.
Kuşkusuz bu kesişme, yazının sınırlı satırları arasında değil sadece, aynı zamanda yaşamıma farklı zamanlarda değen bir Munch resmi, sergisi veya yazısına karşılık geliyor.
Bu defaki kesişmemize Andy Warhol da eşlik ediyor. Hangisini mesleğimdeki öncelik sıralamasına aldığımı sorarsanız, rasyonelliği bir yana bırakıp, sanırım yanıt olarak kalbimin (daha doğrusu duygularımın) ağır bastığı bir cevap vereceğim sizlere: Edvard Munch.
Böylesi oyunları seviyorum. İnsan hayatına çok şey katıyor. Kitapçılara uğradığım günlerde aralarında kaybolduğum sayfalara bakıp: ne kadar çok okuyacak ve öğrenecek şey var! demekten kendimi alamıyorum. İnsan ömrü yetmiyor o “ne kadar çok şey var” cümlesinin içindeki tüm sırları keşfetmeye, açılan yollardan geçip bilmediğiniz dünyalar da kaybolmaya… Böyle yaşamak bir tercih meselesi… İsterseniz, bunca endişe bulutunu yüklemeden de omuzlarınıza yaşayıp, zamanınızı doldurunca da göçüp gidersiniz hayattan! Bu kadar kolay olmamalı diye de hayıflanıyorum bir taraftan; evet, bu kadar kolay değil hem yaşamak, hem de yaşamın içine doldurduğumuz onca an sağanağında nefes almak!
Hayata aşk, korku, ölüm ve melankolinin ne kadarını, nasıl sığdırabilirsiniz, hiç düşündünüz mü? Ben düşündün.
Ne zaman mı?
Munch-Warhol veya Warhol-Munch resimleriyle karşılaştığımda!
***
Munch’un Önce Çığlık resmiyle tanışmıştım ve sonrasında sıra dışı bir istek ve gayretle sanatçının hayatına dair izleri sürmeye başladım. Çığlık veya orijinal ismiyle Skrik, 1895 tarihli bir tablodur. Sanat Tarihi’nde birçok eleştirmene göre, Munch'un en önemli çalışmalarındandır. Tablonun orijinali 84x66 cm. boyutlarındadır. Daha sonraları bir litografi de yapmıştır. Özellikle Modern Sanat’ta etkisi tartışılmazdır. Andy Warhol, Munch’un Çığlık tablosuyla birlikte üç farklı çalışmasını (Otoportre-1895, Madonna-1895 ve Eva Mudocci-1903) baskı teknikleriyle kendi yorumunda 1983-84 yıllarında yeniden işlemiş ve yorumlamıştır. Ankara CERModern’de geçen ayın başında açılan sergiyi gezdiğimde soru-düşüncem şuydu: Warhol, geçen yüzyılın son çeyreğinde yeniden Munch’u hatırlatmak mı istemiştir? Soruyu kendimce açıklamaya çalışırken, önceki hafta sergi küratörlerinden Pari Stave’i dinleme ve sonrasında sergiyi onun görüşleri ve düşünceleri eşliğinde gezme imkânı buldum. Böylesi heyecanları özellikle 2000’li yıllarla yaşama keyfini bulabiliyorsunuz Türkiye’de… Farklı sorulara açılan düşünce dehlizinin yönlendirmesiyle yeniden bir Munch yazısına başlarken buldum kendimi.
Tıpkı benim yaşamımda Munch ve Warhol ile gerçek çalışmalarıyla kesişme imkânının veya biricikliğinin sınırlı olması gibi, bu iki sanatçının karşılaşma ihtimali de şaşırtıcı olabilir. Belki de her şey bir yana, hiç ihtimali olmayan bir karşılaşma gibi de düşünülebilir. Neden olmasın?! İşte oldu ve bize kadar gelerek, sanat güncemizin sahnesine bir anı olarak yazıldı. Varoluşçu-dışavurumcu Norveçli Edvard Munch (1863-1944) ile bağımsız, serinkanlı Amerikalı Andy Warhol (1928-1987)’un sergisi Bozkır’ın ortasındaki şehirde gelip beni buldu… Görüldüğü üzere bu sergi bendeki meslek tutkusunu açığa çıkardı. Öylesine kapıldım ki büyüsüne, gündemin toza dumana bulanan gölgelerinden sıyrılıp yeniden sanat kitaplarına ve sanatçı biyografilerinin satır aralarına döndüm.
Bu bir kaçış mı?
Sorunun yanıtı: Evet!
Kesinlikle, evet!
Bazen böyle kaçışlar gündemin yarattığı umutsuzluk dalgalarının boyunuzu aşmasına engel olabiliyor. Keşke herkesin böylesi bir sığınacak liman bulma şansı olabilse! Munch’un Çığlık tablosunun ilk adı, Umutsuzluk muydu? Gündeme dair kaygılarım sanat sığınağındaki bu yabancılaşma sağaltımında birçok konuyu dünden bugüne taşımak gibi bir eğilime doğru da beni sürükledi. Her yabancılaşma bir yeni üretim ve düşüncenin somutlaşması, daha doğrusu biçim bulması anlamına da gelebilir miydi?
Serginin de açığa çıkardığı gibi, 20. yüzyılın en üretken ve yaratıcı iki sanatçısının arasında kayda değer ve şaşırtıcı benzerlikler bulunur. Tüm yaşadıkları ve yaşadıklarından üretimlerine yansıyan aşk, ölüm, korku ve melankolinin bugün güncel yaşam sahnelerinde de var olmadığını söyleyebilir miyiz? Serginin güncel yaşam siyaseti veya sosyal koşuşların içindeki engel denilen barikatlardaki akla getirdiği sorular ve yanıtlar trafiğinden çıkmak istiyorum. Çünkü biraz önce üzerinde durduğum yaşamdaki umutsuzluk senfonilerinin kakofoni çığırtkanlığından kaçmak adına, kendime önemli bir liman keşfetmiş ve sığınmış durumdayım. Limanın adı: Munch/Warhol. Bu yaptığımın kendim için doğru olup olmadığı sorgulamasından daha çok, beni ilgilendiren kısmı, her iki sanatçının kesiştiği ara kümedeki sanat terminolojisi ve eylemi: kaygı ve yabancılaşma, ideal güzellik, cinsellik ve ölümlülük temalarıyla meşguliyet ve kendi efsanevi kimliklerini otoportrelere ve hayata yansıtmak için imajın ikonik gücünü ustaca ortaya çıkarma kabiliyeti. Bir cümleyi anımsatmak istiyorum söz buraya geldiğinde: nasıl resim yapacağı değil de, neyin resmini yapacağının önemi…
Kaygı ve yabancılaşmadan başlayalım. Her geçen gün biraz daha yabancılaşıyor yaşadığımız dünya bize… Veya ben abartı kâbuslarının etkisinde kalıyorum. Dışarıda seyreden manzaraya baktığımda caddeden gelen kalabalık ve gürültü içindeki trafik keşmekeşine takılarak, çığlık atmak istemem de bir abartı mıdır?
Fillerin tepiştiği ve çimenlerin ezildiği bir Türkiye manzarasının, insan olarak küçük zerresi olmak rahatsızlığında kalmış olmam da sanırım bir düşten masal ve çöldeki sanrıdan öteye geçmiyor olabilir mi? Neyse tüm bunlar tartışılabilir ve konu konuyu kovalarken bir masada değil memleket, hayat bile kurtarılabilir! Maksat sanatın sularında nasıl bir yön bulduğumuzdur benim için… Yoksa daha çok mu kaybolmaktayım, bundan da emin olamıyorum!
Birden kendimi yorgun hissettim. Bunca karışık gürültülü düşünce kalabalıklığı içinde… Beni yoldan çıkaran ve yaşamın kollarına atan bu sıra dışı ikilinin sanat oyunlarını aklımın içine alıp, sonra da evirip çevirip bir şekilde kendi çıkışımı bulmaya çalışıyorum. Görüldüğü üzere çok da sakin değil kıyılarına sığındığım bu liman… Limandan kaçmak yerine daha da kaybolmak için Nice’ten yükselen kırmızı gökyüzüne vuran doğanın çığlığına belki de kulak asmalıyım. Çığlığı duyan ressam bize daha önce, annesini beş yaşında veremden kaybettiğini anımsayarak, şunları yazmıştır: “Hastalık, delilik ve ölüm, beşiğimin başucunda nöbet bekleyen ve ömrüm boyunca yanımdan ayrılmayan kötü meleklerdir.”
Şimdi burada biraz durmak ve kelimelerle yeni bir yelken açmak istiyorum:
Dünyada değişen kültür-sanat politikaları ve güncellenen sanat ve sanatçı modelinin içeriğine yerleşen politik, kültürel ve toplumsal her türlü dinamik ve yaşam gerekleri, sizi karşısına alıp Munch’un bu kısa ve kapalı cümle öbeğine karşı güncel bir serumla besliyor. Bu da daha fazla bilgi, daha fazla okuma ve de daha fazla anlama ve gelişen iletişim ağının sunduğu sularda yüzme imkânlarınızı zorlamanızı sağlıyor.
“Sığ sularda sanat tarihi” sözünün ağına takılıp kalmak istemeyen bu alanın ciddi donanımlı bilim insanı, deyim yerindeyse bayat düşünüşleri geveleye geveleye yıllarını, değişen ve gelişen dünya durumları karşısında duraklatmaktan yana zaman harcamamalıdır. Elden geldiğince ayık, uyanık ve dinç bir bilinçle düşünceye yönelmeliyiz. Benim yetiştiğim ve sadece “anlatılanı anlat ve gördüğünü tanımla!” sisteminin “düşünce yollarına” akmasını sağlayarak, eldeki verileri tam anlamıyla Sanat Tarihi’nin anlaşılması ve bir sürü bulanık tekerlemeyi, güncelin açtığı yeni bir tünele (?) sürükleyip götürüyor.
CERModern’de Pari Stave’yi dinlerken tüm bu düşünce bulutlarının kafamın üzerinde yarattığı ağırlığı hemen söylemek istiyorum.
Sözü hemen Munch ve Warhol’a bağlamak istiyorum:
Munch/Warhol sergisi, Munch’un baskı-resim dizisi boyunca keşfettiği motiflere ve temalarına sahiplenen, yeniden tahayyül eden Warhol’un 1983-84 yıllarında ortaya çıkardığı resim ve pano baskı dizisine yakından bakma imkânı sağlıyor. Bir bakıma imkânsız gibi görünen birliktelik resim yüzeyinde yeni bir uzamla imkânlı kılınıyor. Yine bir sanatçı tarafından… Bir sanatçının diğer bir sanatçıya saygı duruşudur bu yapılan… Ötesinde ise kendi dünyasının (güncelin) sağanaklarına modernizmin nefesiyle buğu yapmak, kırağı yağdırmak ve buğulu masal ağaçlarına döndürmek çizgileriyle Madonna ve Eva Mudocci’yi…
Etkileyici!
Birlikte ele alındığında sergideki resimler, Munch’un ve Warhol’un baskı ve mekanik reprodüksiyonu deneysel, seri şekilde motifleri keşfederek kullandığını gösteriyor.
Warhol, Munch’un baskılarını kopyalayıp manipüle ederken, onun mahrem ölçekteki yapıtlarını, derin duygularla dolu “orijinallerini” farklı yankılara dönüştürdü. Belki biraz daha neşeli (renklerle bunu sağlıyor) ve dekoratif (çizgilerle hareketlenen yüzeyler)…
***
Sözlerimi toparlarken:
Munch ve Warhol hiç ihtimali olmayan bir karşılaşma gibi gelebilir…
İhtimali olumlu kılan iki sanatçıdır.
Peki, size bir soru:
Hiç ihtimal dâhilinde olmayan birliktelikler, son günlerdeki toz-duman bileşkesinin merkezinde yer almıyor mu?
Şaşkınlıklar içinde dilimiz tutulurcasına izlediğimiz tüm gerçeklerle, bir rüya-gerçek ikileminin sınırlarında gezinmekteyiz.
Sanat yeni bir dünyayı inşa ederken; güncel kaosun dünyaya katkısı ne olacaktır?
Yoksa kaos iyi midir?