Sinan Evcan
sinanevcan@gmail.com
Yaşamın iki ölüm arasında gerçekleşmesi, felsefi ve psikanalitik olmak üzere iki tane anlam taşır. Felsefi anlamında, yaşam her ne kadar akışkan ve her daim evrilen ve devrilen bir süreç de olsa, başı ve sonu makasla kesilebilen bir kesittir aslında. Göbek bağının kesilmesinden nefesin durmasına kadar süregiden bu süreci kesip attığınızda aslında bir süreç ve bir dönem tanıklığından başka bir şey kalmaz gibi düşünülebilir. Psikanalitik anlamında ise Lacancı tabirlerle “sembolik ölüm” ve “hakiki ölüm” arasındaki “yaşayan ölü” olma durumuna iki ölüm arasında yer almak denilir.
İdealist felsefe çerçevesinde mantıksal bir akıl yürütmeyle henüz hayata gelmeden önce bir ölü olduğumuz söylenebilir. Hayatımızı yaşayıp sonlandırdığımızda da mantıksal olarak ölü statüsüne geçtiğimiz bir aşikar. Bu durumda herkes aslında iki ölüm arasında yaşıyor. Reenkarnasyon teorilerine göre ise iki yaşam arasında sadece arada bir öldüğümüz söylenebilir. Yani ölümün, peş peşe devam eden iki veya daha fazla yaşamı birbirinden ayırdığı...
Bunların arasında Lacancı psikanalizin tahlil ettiği yaşayan ölü olma durumu ise belki de en dikkat çekeni. Çünkü hem yaşamak hem de ölmek aynı vücutta birleştiğinde hem paradoksal hem de oksimoron bir durum ortaya çıkıyor.
Yaşamın yoğunluk seviyesi kalp atışlarından, vücudun titreşimlerine kadar uzanan anlamlarla yüklüdür. Memuriyetin mekanik işlerini bitirip kalan zamanda ancak yemeye, içmeye ve uyumaya imkan tanıyan döngüsel hayatlardan başlayıp sadece hayatta kalabilmek için birkaç lokmanın peşinde koşan hayatları takip eden; oradan sadece zevk ve sefa için yaşayanları veya para ve iktidar için mesai yapanları içine alan; yani hiçbir şeyden tam mutluluk çıkaramadan yaşayan ümitsizler ordusuna ulaşan bir tanım aslında “iki ölüm arasında”.
Haklı veya haksız korkular, kuşatılmışlık hisleri, çaresizlik, tatminsizlik ve sonunda yaşamın sadece düşük yoğunlukta yaşanması...
Alain Badiou’nun hakikat prosedürleri olarak adlandırdığı Aşk, Bilim, Sanat ve Siyaset aslında bu düşük yoğunluğun, hissedilen kalp atışlarına ve vücut titreşimlerine dönüşmesinin anahtarları. Ancak fakirlikten veya zulümden çeken Suriyeli mültecilere bu müşkül durumlarında aşk yaşa, kendini bilime ver, sanatla meşgul ol veya adalet uğruna siyaset yap demek ne kadar gerçekçi olabilir? Bu hakikat mekanizmalarını ancak karın tokluğu derdinde olmayan ve görece güvenli bir ortamda yaşayan insanlar için düşünmemiz galiba en doğrusu.
Peki nedir bu hakikat mekanizmalarını yaşamla bir tutan şey? Bunların hepsinin temel ortak paydası bu hakikat süreçlerinden geçen öznenin, bunlar vasıtası ile önce kendi özünü bulması ve bu özü evrensele ve sonsuzluğa taşıması. İki kişinin sahnesi olan aşk, öznenin güzel ve erdemli olanı hem kendisinde hem de karşısındakinde eş zamanlı olarak yaşamasıdır. Siyaset, kolektif bir şekilde ve de bazen beklenmedik bir şekilde biraraya gelen öznelerin adaleti arama ve ona ulaşma çabalarıdır. Sanatta, özne kendi sonsuzluğunu, bilimde ise hakikatlerin sonsuzluğunu keşfeder. İşte bu süreçlerin içine atlamayı başarmış bir özne artık iki ölüm arasında yaşamaz. Heidegger’in tanımladığı “otantik” yaşam bir anlamda bu hakikat süreçlerini yaşamayı başaran öznelerin hayatına denk geliyor. Yalnız Heidegger’in Badiou’dan önemli bir farkı var. Heidegger’e göre otantik yaşamda insan kendini var ederken ölüm endişesini daima içinde bir yerde barındırmalıdır. Bu endişenin yarattığı titreşimlerin onun otantik var oluşunun gerekliliği olduğunu düşünür Heidegger. Badiou’ya göre ise hakikat prosedürlerinin içerisinde yol alan bir öznenin hissettiği şey ölüm endişesi değil, bir ölümsüzlük hissidir. Sanatçı yarattıklarıyla artık ölümsüzdür, aşıklar bu sevgiyle bir daha hiç ölmeyeceklerini düşünerek birbirlerine sarılırlar, adaletin arayışında olan siyasi özneler bu umut paydasında biraraya gelip imkansızları imkanlı kılmaya çalışırlarken inanç ölümü aslında çoktan aşmıştır. Bilim insanları içinse sanki zaman durmuş, sezgiler ve buluşlar artık sonsuzluğa yelken açmışlardır.
Bu özneler var oluşun anlamını yaşarlarken, bunları yaşayamayan insanların iki ölüm arasındaki yaşamı devam eder. Bir yanda bitmeyen bir iktidar arzusu, bitmeyen bir tüketim, bitmeyen bir daha fazla kazanma hırsı, bitmeyen bir mülkiyet kavgası, bitmeyen bir keyif düşkünlüğü ve bitmeyen bir tatminsizlik. Diğer tarafta yoksulluk, güvensizlik, inançsızlık ve bu koşullarda bir umudu sürdürebilme savaşı. Genelde dünyamızın sorunu da yoksul ve güvensiz yaşayan kesimlerin birçoğunun hayallerini bol iktidar hırslı ve bol tüketimli örneklerin cezbetmesi. Hegel’in köle-efendi diyalektiğinin özünde aslında efendinin, kölesinden daha fazla köle olduğu yatar. Köle çalışırken güç kazanır, mücadele etmeyi öğrenir. Efendi ise konforu için her şeyi kendi kontrolünde tutmaya çalışarak aslında mücadelenin özünü unutur. Kölenin kölelik kurumunu yıkabilmesinin tek çıkar yolunun kendisinin de efendi olması gerektiğini düşünmesi aslında tek bir sonuca çıkar: İki ölüm arasından ölüm beğenmek.