Birkaç gündür Kıbrıs’tayım. Türkiye’de artık hayatın rutini haline gelen “son dakika!” lardan, sosyal ağlardan, televizyonlardan boca edilen karabasan haberlerden uzaklaşmak insanda sigarayı bırakma etkisi yaratıyor. Hani “sigarayı bıraktığınız andan itibaren ilk 20 dakikada kan basıncınız ve nabzınız normale döner, 8 saat sonra kandaki oksijen oranı normale döner, 24 saat sonra vücut karbonmonoksitten arınır, 48 saat sonra tat ve koku alma duyunuz artar…” diye sıralanan bulgular var ya, işte o hesap… Türkiye’den uzaklaştığınız andan itibaren de ilk birkaç saat içerisinde tansiyonunuz, kalp atışlarınız normale dönmeye başlıyor. Türkiye televizyonlarını izlemediğiniz, sosyal ağlara girmediğiniz her dakika yüzünüze kan, gözünüze fer, yüreğinize ferahlık geliyor…
Elim cebimde Lefkoşa sokaklarında miskin miskin dolaşıp, Büyükhan çevresinde kahvemi yudumlayıp etrafı izlediğim şu birkaç gün içerisinde hemen her yaştan, her görüşten Kıbrıslı dostlarla sohbet etme imkânım oldu.
Türkiye’deki gelişmeleri anlamaya, anlamlandırmaya çalışan Kıbrıslılar, bu gelişmelerin Ada’daki çözüm sürecini nasıl etkileyeceğini de sorguluyorlar. İlginç biçimde onlarla sohbet ederken kendimi de Türkiye’ye dışarıdan bakarken buluyorum. Bu; insanı tazeleyen, ülkeye yeniden ve başka bir gözle, konuştuğunuz insanların gözüyle bakmaya imkân veren bir durum.
Kıbrıslı dostların büyük çoğunluğu, Türkiye’deki gelişmeleri bir iktidar aygıtı olarak AKP ekseninde okuyor ve değerlendiriyor. Oysa parti olarak AKP belirleyici gücünü ve hareket kabiliyetini bütünüyle “lidere” devredeli çok oluyor.
Güçlü bir “kadro hareketi” olarak gelişen AKP, zaman içerisinde “kadro geleneğini” terk ederek hızla bir lider partisine dönüşmüştü. 7 Haziran’da yaşanan ağır yenilgiden sonra partinin kontrolünü yitirdiğini düşünen “liderlik”, bu sorunu çözmek üzere öncelikle Davutoğlu’nu ve potansiyel tehlike arz ettiğine inanılan kadroları tasfiye etti. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından da “kalan kadrolar” da dahil olmak üzere yaşadığı ağır güven bunalımının etkisiyle partiye bütünüyle el koydu.
Bugün artık AKP’yi tabanın liderliği sınırlı da olsa etkileyebildiği, liderliğin “tabanı ikna etme” ihtiyacı duyduğu klasik bir siyasal parti olarak değerlendirmek mümkün değil. Hiçbir konuda siyaset belirleme inisiyatifi bulunmayan, içinde “AKP ölçülerinde bile” çeşitliliğe, aykırı sese hayat hakkı tanımayan; varlığı, organları formaliteden ibaret hale getirilmiş bir kabuğa dönüştü AKP! Milli Görüş çizgisinin merkeze evrilmesinde kilit rol oynayan kadroların birer birer tasfiye edilmesi, köklü bir kadro hareketinin hızla bir “tek adam” hareketine dönüşmesi partinin kimyasını bozdu.
AKP’nin kimyasının bozulduğunun çok sayıda göstergesi var…
Geleneksel oy tabanı % 8- 10 bandındaki Milli Görüş çizgisinden kopan AKP kurucu kadroları önce Gülen Cemaati ile ardından merkez sağ partilerin seçmen tabanını oluşturan taşra eşrafı ile ittifaklarını genişletmişlerdi. Kent yoksullarının desteğini de alarak iktidarını pekiştiren AKP; 17-25 Aralık sürecinde başlayıp 15 Temmuz darbe girişimiyle devam eden kanlı iktidar savaşıyla bu ittifakın parçalanması sonucunda gerileme sürecine girdi.
Küresel angajmanlarından beslenen Cemaat kadrolarının özellikle Batı ile ilişkilerindeki etkin rolünün akamete uğraması, AKP açısından sıkıntı yarattı. Şu da var… 15 Temmuz sonrası, bürokraside artık sayıları yüzbinlerle ifade edilen tasfiyenin yarattığı derin boşluğun nasıl ve kimler tarafından doldurulacağı meselesi… İrili ufaklı yüzlerce tarikat ve cemaatin bürokrasiye üşüştüğü ve bunun AKP teşkilatlarında büyük sıkıntıya yol açtığı bilgisi artık sır değil. Sır değil de, “AKP’deki uğultu neden yüksek sesli itirazlara yol açmıyor?” sorusu akla gelebilir. Aslında açıyor. İşte bu noktada bir başka konu gündeme geliyor: Bürokraside yüzbinlerce insanı kapsayan bir tasfiye yapılıyorsa, bu kadroları devlete sızdıran ana unsurun, AKP’nin içerisinde neden “gerçek bir FETÖ tasfiyesi yok?”… AKP’ye yakın çevreler, bunun için “uygun zamanın beklendiğini” söylüyorlar. “Uygun zamanın” 16 Nisan sonrası olduğu açık… Parti içerisinde, “mutlu günlerinde bir biçimde FETÖ’yle ilişkilenmiş” kadrolar, 16 Nisan sonrasında başlarına geleceğin farkındalar.
AKP içerisinde FETÖ’cü olmadıklarını göstermek için aşırı reaksiyonlar gösteren unsurlar bir yana, “fırtına dinene kadar” sinmiş olan küçümsenmeyecek bir kesim 17 Nisan sabahı Evet sonucu çıkması halinde “aşırı hormonlanan” liderliğin yapabileceklerinden dehşetle ürküyor.
Öbür yanda da referandumda Hayır çıkması durumunda, meşruiyeti tartışılmaya başlanacak liderliğin ve elbette AKP’nin mevcut gücü kaybetmesi halinde 15 yıldır yeni rejimden beslenenlerin de her şeyi kaybedeceklerinden duydukları korku var… Sonuçta Evet çıkması halinde de Hayır çıkması halinde de AKP, gücünü ve bütünlüğü koruyamayacak bir kader anına gelmiş dayanmış durumda… Bugüne kadar en organize, en yüksek sesle ülke siyasetinde belirleyici olmaya alışmış AKP için korku verici bir yeni durum bu… İşte bu korku, parti teşkilatlarında alışılmışın dışında bir durağanlık, hatta felç etkisi yaratıyor. AKP’nin geleneksel kadroları da muhalefetten değil ama 16 Nisan referandumunun parti içerisindeki sonuçlarından, partinin işlevsiz ve gereksiz bir formaliteye dönüş-türül-mesinden korkuyor. Çünkü referandum nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın ülke siyasetinde domino etkisi yaratacak.
MHP ittifakıyla Referandumda %51’i geçmemesi, hatta %60’ları zorlamaması için “olağan koşullarda” hiçbir neden bulunmayan AKP’nin 16 Nisan yaklaştıkça daha fazla hissedilen tedirginliği, Külliye’nin cebinde (AKP + MHP = Çantada Keklik Başkanlık) formülünün tutmadığını artık anladığını gösteriyor.
AKP seçmeninin hiç de küçümsenmeyecek bir bölümü ve MHP seçmeninin neredeyse yarıdan fazlası bu formüle direniyor. AKP 7 Haziran yenilgisinden sonra tarihinde ilk kez gerçekten zorlanıyor. Bu zorlanmanın muhalefet kaynaklı olmaması ve bu tablonun oluşmasına Liderliğin yol açtığı bilgisi AKP’de derin yarılmalara neden oluyor. AKP sezgisel olarak “sonun yaklaştığını” hissediyor fakat parçalanmadan bu sonu nasıl engelleyeceğini de bilemiyor.
AKP’nin çözülmekten, Liderliğin kaybetmekten korktuğu bu psikolojik iklimde referandumun yapılmayabileceği senaryoları giderek daha güçlü dillendiriliyor. İki ucu pis değnek bu… 16 Nisan’da EVET sonucu çıkarsa AKP fiilen varlığını yitirecek… HAYIR sonucu çıkarsa Erdoğan’ın meşruiyeti, AKP’nin gücü ve iktidarı tartışmaya açılacak. Bu noktada belki de AKP açısından en iyi seçenek, referandumun “bir biçimde” ertelenmesi ya da daha iyisi, hiç yapılmaması seçeneği…
Ama nasıl?
Bu sorunun yanıtını belki de Numan Kurtulmuş’un “El Bab’dan öteye gitmeyeceğiz” açıklaması ajanslara düşer düşmez “El Bab’dan daha derinlere gideceğiz” açıklaması yapan Külliye’de aramak gerekiyor…
Birilerinin bir şey pişirdiği muhakkak! Fakat gelen kokulara bakılırsa pişen şeyin yenecek yanı yok!