Doğa Gündüz
gdoga777@gmail.com
Zaman daralıyor. Çevre aktivistleri dünyamızın sesi olup günden güne bizi uyarmakta: ‘Dünyadaki yaşam bir krizle karşı karşıya ve bilim bir iklim çöküşünde olduğumuzu doğruluyor, kendimizin yarattığı kitlesel bir yokuşun tam ortasındayız’, ‘Reddetme zamanı sona erdi, şimdi harekete geç.’ (Yokoluş İsyanı ‘Extinction Rebellion’).
Dünya ‘liderleri’ her yıl toplanıp krize ‘çözüm’ ürettiklerini söyleyip, anlaşmalar hazırlamakta, fakat bu krizin ölçeği görmezden gelinmekte, dünya liderlerinin ürettiği ‘çözümler’ dünyanın ve insanlığın başına gelmiş en büyük tehdit olan iklim krizinin boyutuyla doğru orantılı olmamakla birlikte hali hazırda yetersiz olan çözüm yolları takip edilmemekte. 19 yaşında bir çevre aktivisti olan Xiye Bastida yaptığı bir konuşmada ‘Toprağın yok olduğunda, iklim krizinin etkileri evine vurur, kültürünü kaybedersin, kendinden bir parça yok olur.’ Demişti. Bastida’nın dediği gibi, iklim kriziyle mücadelede birçok zaman marjinalleştirilen yerliler evlerinde vuruldu ve vurulmaya devam etmekte. Bu insanlar dünya nüfusunun yalnızca %5’ini oluşturmalarına ve dünya topraklarının yalnızca 3%- ila %20 si arasında bulunmalarına rağmen, bulundukları topraklarda dünyadaki biyolojik çeşitliliğin 80%’iyle birlikte yaşamaktadırlar (Seddon, N. 2019). İklim krizinin yerlilerin evlerine vurduğu her darbe ekosistemdeki çeşitliliğin tam kalbine iniyor. Onların evi, onların kimliği ve kültürü doğa ve ormanlardır. Yerliler çoğu zaman üretilen ‘çözümün’ dışında tutulmakta ve bunun yanında üzerinde uğraşılmayan ve göz ardı edilen çözümlerin sonucundan en büyük yarayı onlar almaktadır.
Bu sözde çözümlerden olan ve çoğunun umutla yaklaştığı ‘Paris Anlaşması’ ise henüz onuncu yılına ulaşmadan başarısız bir anlaşma olduğunun sinyallerini yakmaktadır. Bu çıkarım herhangi bir çevre anlaşmasının etkili olup olmadığını anlayabilmek için Barret (2003) tarafında ortaya atılan üç kriterin ışığında yapılabilir. Bu değerlendirmenin ilk kriteri, sera gazı salınımını kontrol etmek amacıyla anlaşmada yer alan tarafların katılım oranıdır. Bu kriterin ne kadar önemli olduğu, yine bir iklim krizi çözümü olarak başlayan Kyoto Protokolü’nü inceleyerek gözlemlenebilir. Bu protokolün başarısızlığının ana nedeni on yıldan fazla bir süredir en çok sera gazı salınımı oranına sahip olan ülkelerden olan Çin ve Amerika’nın katılım göstermemesidir ( Tiseo, 2021). Paris anlaşmasını 3. Maddesinde ise imzalayan partilerin katılımını artırmak amacıyla partiler ulusal olarak, iklim krizine olan global tepkiye kendini adayacaklarının sözünü vermektedir. Her ne kadar 195 ülkenin 165’i anlaşmaya katılım göstermiş olsa bile bu katılımın onları amaca nasıl bağladı 2017’de Trump’ın bu anlaşmadan çekilme niyetini dile getirmesiyle adanmışlığın liderlerin tutumu gibi ince bir ipliğe bağlı olduğunu göstermiştir.
Anlaşmada taraflar, katılımcı ülkelerin kendi hedeflerini kendilerinin koyacağı söyleyerek bu ülkesel hedeflerin ise global hedefe katkı koyacak şekilde belirmemesini hedeflemişlerdir. Isı artışı anlaşmada 1,5 derece olarak sınırlandırılsa da Kinver (2015) tarafından yapılan araştırmada ülkelerin sunduğu hedefler değerlendirildiğine ortaya çıkan sıcaklık artışı neredeyse 1.5 derecenin iki katı olarak gösterilmekte. Ülkelerin ortak amaca olan katkısının bu denli sığ olması da her ülkenin aldığı önlemin iklim krizine olan katkısıyla doğru orantılı olmaya yaklaşmadığını göstermektedir.
Bu yapılan anlaşmaların biçiminin ve katılan ülke liderlerinin tutumu ve hedeflerinin çözüme yönelik olmaktansa, yetersiz, ciddiyetsiz ve yok edici olduğunu göstermektedir. Fakat çözüm ortada ve bilimle desteklenmekte.
Brezilya’da yaşayan ve bölgenin yerlilerinden olan Sônia Guajajara, ise yapılan anlaşmaların ve sunulan çözümlerin zayıflığını vurgularken Amazon Ormanlarına ev sahipliği yapan Brezilya’da ağaçların yok edilmesini yasallaştırılmak adına harekete geçildiğinin altını çizmekte ve bu hareketin endişe verici olmasının sebebinin yalnızca yerlileri değil, dünya üzerindeki yaşamın da tehlike altına atılmasının olduğunu vurgulamaktadır. COP26 da yapılan konuşmasında da yerlilerin yaşadığı bölgelerde korunan biyolojik çeşitliliğe vurgu yaparak buna rağmen öne atılan çözümlerde yerlilerin yer almadığını dile getirdi ‘Yerliler Doğa Ananın konuşmacılarıdır. Ve Doğa Ana bağırıyor. Doğa Ana saldırıyor. Peki Doğa Ana artık bağırmazsa? Bizim yaşama tarzımıza saygı duyulmadığı zaman bu mesajları vermeye kim devam edecek’ diyerek durumun ne kadar hayati olduğunu ve yerlilerin iklim krizine çözümdeki rolünün anlaşılmasının önemini vurgulamaktadır. Yine ayni konuşmada çözümün üç noktadan geçtiğini dile getirmiştir.
İlk olarak, yerli halkın yaşadığı bölgelerin, sulak alan, deniz ya da toprak neresi olursa olsun korunmalı olduğunu söylüyor. İkinci noktada ise verilen siyasi kararların önemini vurgularken ‘net sıfır’ dan bahseden birçok iş adamının bu konuda etkili olup, lobicilik ve yasa yapımında yer alabilecek kişiler olduğunu söyleyip ve ‘evlerindeki’ sömürünün bitmesi gerektiğini dile getirmekte. Son olarak ise ‘orman savunucularının’ korunması gerektiğinin altını çizmekte, tüm sahte çözümlerin ve yerli halka ulaşamayan tüm finansal mekanizmaların ise boykot edilmesi gerektiğini dile getirmekte.
Fakat günümüzün sosyal ve siyasi alanında bunların tam tersi gerçekleştirilmektedir. Yerliler her ne kadar doğanın ve ormanın baş koruyucuları olsalar da susturulmaktadır. Dur durak bilmeden gelişen sanayi tarafından yok edilmekte olan dünya ve değişen iklim yaşadıkları topraklarla adeta bir olmuş olan yerlilerin canını, kültürünü ve evini tehdit etmektedir. Onları öldüren sadece iklim krizi değil, kendilerine yapılan suikastlere kurban giden çevre savunucuları dahi mevcut. Brezilya başkanı Bolsonaro, hayatı pamuk ipliğine bağlı yerlileri korumaktan çok uzakta olup, çiftçilerin onların topraklarını işgal etmesini desteklemekte ve tüm bunlar ise ekonomik gelişim bahanesi altında yapılmakta. (Lawson 2019). Çeşitli isimlerle ve göstermelik anlaşmalara sarılan devletler ve şirketlerin kendi elleriyle taktıkları at gözlüğünün sebebi ise yerli grupların ağı olan Minga Indigena’nın koordinatörü olan Calfin Lafkenche’ye göre modern sömürgecilikten kaynaklanmaktadır. Ona göre bu, krizin yalnızca iklim krizi değil sosyal bir kriz ve bir ırk krizi olduğunu göstermekte. Bu yerli toplumların görmezden gelinmesi, dünyayı korumalarının medya da asla öne çıkarılmaması, topraklarına hala el koyuluyor olması gibi son derece endişe verici olaylar tarafından doğrulanmakta. Tüm bu sömürü düzeni ise değişimin yöntemi olarak öne sürülen boş öneriler tarafından örtülmekte. Sônia Guajarara Bolsanaro’nun 2050 ye kadar ormanların yok edilmesinin durdurulması hedefini ortaya koyarak bunun yöntemi olarak da yok edişi yasallaştırıp, yasa dışı ağaç kesimi ve madenciliği yasal hale getirmek olduğunu dile getirmekte. Bu tam da aslında yok edişe ve yok edilişe giden yolun üstünün çeşitli sözler ve hedeflerle örtüldüğünü göstermekte.
Fakat tüm bunlar olurken hali hazırda bilgisini ve bilimini uyum sağlama ve doğa ile yaşamakta kullanan yerliler hala iklim krizi ile savaşta ön sıralarda yer almaktan alı konulmaktadır. Yaşadıkları topraklarla aralarında bir bağ olan yerliler, Doğa Ana’nın çığlığı olurken onların sesi duyulmak ve dinlenmek zorunda, kriz sadece onları değil dünyanın kapısında, alınan canlar sadece onları değil hepimizin canı, geri sayım başladı ve sürüyor ve hareket geçmek bir seçenek değil bir zorunluluk .