“İktidar Hayaletine” kapılmadan, politik manada yeniden örgütlemeye başlamalıyız...

Aslı Murat

Zihnimde sıralanan kelimeler, büyük bir boşluk içinde salınıyorlar. Anlamlı bir cümle kurabilmek için büyük bir çaba harcamam gerekiyor. Zamanın getirdiği sıkışmışlık, içten içe kapanma hissinden mi kaynaklanıyor bilmiyorum. Bildiğim tek husus, yaşamı ve mücadeleyi anlamlandırmaya çalıştığım.

Yürüdüğümüz yolların önü gün geçtikçe tıkanıyor. Hem de bizim irademizle değil. İthal ettiğimiz kararlar ve talimatlar ile kurgulanıyor geleceğimiz. Yönettiği ülkeyi tüm dünya karşısında yalnızlaştıran, kendi vatandaşlarına yapmadığı zulüm kalmayan, farklı düşünen ve söz söyleyen insanları dört duvar arasına hapseden, kimi aydınlık yüzleri sıla hasretine mahkûm eden “tek adam rejimi” , Kıbrıs’ın kuzeyini de karanlığa sürüklüyor. Kıbrıslı Türkleri, dış politikada koz, yaklaşan seçimleri için malzeme olarak kullanıyor. Kısacası susup kabullendikçe hiçleşiyor ve nesneleşiyoruz.

Susmak; sessizleşmek ve ardından dilini kaybetmeye kadar varabiliyor.Hepimiz biliyoruz ki, dil iletişim kurma aracı olmanın yanında politikamızı, mücadelemizi de şekillendiriyor. O yüzden dikkatli olmalı, gereken yerde ve zamanda radikal adımlar atabilmeliyiz. Aksi takdirde sahip olduğumuz gücün elimizden kolayca akıp gittiğini göreceğiz. Tabi ki hâlâ bizimleyse.

***

Elias Canetti “Kitle ve İktidar” isimli çalışmasında, kitle – iktidar ilişkilerinde “emir verme –itaat etme” kurgusu ve bu doğrultuda toplumların şekillendirilmeleri üzerine geniş çaplı saptamalar yapıyor. Kitabı okurken aklımda, örgütsel mücadele veren yapıların omurgasını kaybetmesi ile hangi duruma gelebileceğine dair fikirler canlandı.

Canetti “Kitlenin başka bir yöne akmasını sağlamak için kitlenin yolunu kesmek yeterlidir. Yolu tekrar tekrar kesilirse, kısa bir süre sonra nereye döneceğini bilemez hale gelir. Yönünü şaşırır ve kitle iç tutunumunu da yitirir. O zamana kadar kitleyi oluşturanları birleştirmiş ve onları kanatlandırmış olan tehlike artık her insanı diğerine düşman kılar. Herkes yalnızca  kendisini kurtarma derdine düşer.” diyerek; yolunu kaybeden yapılarda toplumsal yararın, kişisel menfaat savaşlarına yenik düştüğünden bahseder.

Açıkcası siyasi partilerin yürüttüğü politikaların zaman içinde dönüşüme uğrayabileceğini, farklı görüşlerin ortaya atılabileceğini ve bunlar üzerine tartışmalar yapılıp yürünen yolun tadil edilebilceğini kabul ediyorum. Ama bunu yaparken, özellikle de demokratik ve sol değerler zemininde hareket edilen örgütlerde, söz konusu dalgalanmanın ciddiyetle ele alınması gerekir. Çünkü oyun dışına düşmek, an meselesidir. Sırf iktidara gelmek ve sözde “diyalog zeminini kaçırmamak” adına art arda siyasi hatalar yaparsanız, hem politik duruşunuzu kaybeder hem de size destek veren kitlenin gücünü yitirip dağılmasına neden olursunuz. Ayrıca farklı düşünen kesimleri ikna edebilme yeteneğiniz de ortadan kalkar. 

***

19 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin iktidar temsilcilerinin gerçekleştirdiği çıkarmada, CTP ve TDP’nin Meclis oturumuna katılmaması ve sonrasında ortaya koyduğu tavır, önemli bir dönüm noktasına denk düşer. Tabi ki söz konusu karşı çıkış sadece bu iki partinin aldığı kararlar ile sınırlı değildir. Toplumun büyük bir kısmı yanında, Kıbrıs Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği tarafından yapılan açıklama da Erdoğan iktidarının nesneleştirdiği Kıbrıslı Türk toplumunun iradesine sahip çıkmanın en bariz örneğidir. Keza gerek 19’unda gerekse 20 Temmuz’da vuku bulan açıklamalar ve açılışlar, protestoların ne denli manalı olduğunu kanıtlar nitelikteydi.

Güya bir başarı tablosu gibi çizilen 20 Temmuz ziyareti aslında, Erdoğan ve burada O’nun talimatlarını noktası virgülüne uygulamaya çabalayan UBP/DP/YDP hükümetinin hüsranı ile sonuçlandı. Uzun bir zamandan sonra teslimiyet ve iktidar hırsı değil, politika yapan muhalefet önemli bir başarı elde etti. Özellikle ana muhalefet partisi CTP’nin omurgasını oluşturan kitle derin bir nefes aldı. Gerçi kararın oy birliği ile alınmaması üzücü olsa da, gücün kimde olduğunu hatırlatması açısından önemliydi.

***

Tabi ki ortaya koyulan duruşun bir bedeli olacaktır. Ama bu bedelin kim tarafından ödeneceği, bugünden sonra şekillendirilecek politik strateji ile belirlenecektir. Bunun için de ezberlenmiş ve kabullenilmiş “iktidar olup kendi ayaklarımızın üzerinde duracağız” rüyasından uyanıp, gerçekçi senaryolar yazmanın vaktidir.

“İktidar Hayaletine” kapılmadan, yeniden politik manada örgütlemeye başlamalıyız. Çünkü karşımızda duran güç, kendi çıkarı ne ise oraya kayabilecek bir yapıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimine müdahale ederek, sömürge valisi olarak belirlediği şahıslarla işi bittiğinde, onları tarihin çöplüğüne atacaktır. O zamana kadar kendimiz kalabilmek adına gerekenleri yapmalıyız.

İşte bu noktada siyasiler yanında toplumun da aynaya bakması gerekiyor. Nurdan Gürbilek “Sessizlik Payı” isimli çalışmasındaki “Suç ve Ceza” başlıklı denemesinde, Adolf Eichmann’ın Nazi Almanyası’ndaki görevi dolayısıyla yargılanması örneğine değiniyor. Eichmann davasına dair söylenenler, Arendt’in saptamaları aracılığıyla paylaşılıyor. O noktada aslında militan bir cani değil, talimatları sorgulamadan yerine getiren, sıradan bir devlet yetkilisi vardır. Bunun yanında gerçekleşen soykırıma kendine dokunmadığı müddetçe ses çıkarmayan Alman halkının sorumluluğunu da hatırlatmak elzemdir. Bir nevi yüce ideolojilerden değil,  kariyer ve çıkar uğruna atılan adımlardan bahsetmek mümkündür. 

***

Nazi faşizmi altında yaşamıyoruz. İnsanların sabun yapılabilmesi çok kolay değil. Ama farklı yok ediş şekilleri var. Şu anki yöneticilerimiz, “sıradan kötülük”ten öteye gidemiyorlar. Türkiye Cumhuriyetini karanlığa hapseden AKP iktidarını ve sermayesini besleyecek talimatları yerine getiriyorlar. Yoksulluk derinleşiyor, gençler göç etmenin yollarını kolluyor. Gelecek bir sis bulutunun ardında, sosyal devlet ise sadece anayasada yazan bir temenni olarak kalıyor.

Hepimize reva görülen bu kötülüğü alaşağı etmek mümkün ama nasıl? Var olan yapı devam ettiği sürece, iktidara gelip dönüşümü gerçekleştirebilmek pembe bir düş. Yaşadık ve gördük. Sanırım fabrika ayarlarını yoklamanın ve ezberlenmiş güvenlikli sözlerin arkasına saklanmadan başımızı gökyüzünün mavisine, zeytinin yeşiline çevirmenin zamanıdır. Geçmişin politik deneyimi ve geleceğin dinamiği bizi aydınlığa taşıyacaktır.

***

Çürük elmalar aksini iddia etse de, zorbalar-sömürgeciler ile onları rahatsız etmeden “sağlıklı bir diyalog” kurmak mümkün değildir. Çünkü hiçbir koşulda sizin varlığınızı ve kendi kendinizi yönetmenize izin vermezler. O  yüzden nereye enerji sarf etmeniz gerektiğinin kararını vermeniz gerekir. Ya “koruyucusu” tarafından sevilip kafası okşanan uslu bir işbirlikçi olacaksınız ya da toplumun kılcal damarlarına sızıp kaybedilen gücü yeniden örgütleyeceksiniz. Ama politika yaparak, kurtarıcı tayin ederek değil.