Doç. Dr. Tutku Akter
Uzman İletişim Danışmanı
tutkuakter@gmail.com
“Beni anlamıyorlar” deyişi herhalde bize gençlik yıllarımızdan kalma yegane serzenişlerden biri...Elbette ki yıllar içerisinde o da bedenimiz ve kişiliğimiz gibi evrim geçirip başkalaşım yaşadı...Çoğuldan tekil şahısa geçti mesela, özneler değişti ve “beni anlamıyor”a dönüştü... Kimi zamansa “anlatamıyorum” ifadesi eşlik etti ona...
İstisnasız herkesin istediği şey “anlaşılmak”. Peki anlaşılmanın temelinde ne yatıyor? Sağlıklı iletişim kurabiliyor muyuz? Daha da ötesi gerçekten iletişim kurmayı becerebiliyor muyuz? Bu yetimizi layığı ile geliştirebiliyor muyuz?
Kişilerarası iletişim derslerimde öğrencilerime doğru zaman ve doğru ortamın, mesajın doğru bir şekilde hedefe ulaşmasında ne denli önemli olduğundan bahsederim ilk etapta. Peki, bu doğru zaman ve doğru mekan kime göre doğru? Elbette mesajı iletmek isteyen siz kadar karşınızdaki için de “doğru”yu bulmak gerek. Aksi takdirde bırakın karşınızdakinin sizi siz olarak anlamasını, birçok yanlış anlamaya ve hatta çatışmaların, anlaşmazlıkların olmasına sebebiyet verebilmekte.
Sağlıklı iletişebilmenin temelinin, iletişim eylemini anlamak ve hakkını vermekten geçtiğini hiçbir zaman unutmamalıyız.
Bilindiği üzere iletişim, iletmeyi olduğu kadar etkileşmeyi de içinde barındırmaktadır. Dolayısı ile karşılıklı bir eylem, bir ortaklık alanı olduğunu önce bir sindirmeliyiz. Bu iletişim süreci içsel iletişim dediğimiz kendimizle olan iletişimimiz için de geçerli. Hani bir deyiş vardır, iç huzuru olan insan ancak huzur verebilir, veya kendi ile barışık olan bir birey ancak ve ancak çevresi ile de barışık olabilir diye...
Bir bireyin çevresindeki insanları kabul etmesi ki bu kendini gerçekleştirmekle yakından ilintilidir; kendini kabul etmesinden geçer. Hayattaki en zor ve en çok cesaret isteyen tecrübelerden biridir insanın kendi ile yüzleşmesi ve kendini kendi olarak başkalarının üzerinden olan bir tanımlamadan sıyrılmak sureti ile kabul etmesi. “Ben kimim” sorusuna dahi hazırlıksız yakalandığımızda yanıt veremediğimiz olmuştur.
Sosyal bir varlık olan insanoğlu elbette ki kimlik oluşum sürecinde içerisinde bulunduğu sosyal örüngüyü temel alarak şemalar oluşturur ve daha uzak çevresini de bu şemalar üzerinden tanımlar. Ancak ne var ki birey, ayni zamanda ait olduğu bu sosyal örüngüden sıyrılmayı başarabilip az evvel yönelttiğim soruya gerçekten ama gerçekten “kendini” hissederek cevap verebilir olmalıdır.
İşte bu nedenden ötürü kişilerarası iletişimimizi güçlendirmenin yapıtaşı kendimizle olan iletişimimizi sağlıklı bir zemin üzerine oturtmaktır. Yıllar önce danışan olarak bana gelen birçok çiftin anlaşmazlıklarının nedeninde iletişim sorunu ve bunun da ötesinde içsel iletişimlerinde sağlıklı bir zemin oluşturmamış olduğunu tespit ettim. Sadece çiftlerde değil, sosyalleşme sorunu yaşadığından yakınan ve bu sebeple psikolojik danışmana giden birçok kişi de sorunun aslında içsel iletişim olduğunu görüşmelerimiz süresince fark etti. Farkına varmak, “problematik”leşen soru(n)un büyük bir kısmını çözümlemek demektir. Birçok konuda olduğu gibi iletişim konusunda da danışman yönlendirmesine ihtiyaç duymaktayız. Tıpkı evinizde bozulan bir makinenin tamiri için bir ustadan yardım almak gibi. Veya sağlığınız ile ilgili bir sorununuz olduğunda ilgili alandaki doktora başvurmanız, hukuksal konularda bir hukukçuya danışmanız gibi. İşte bu nedenle dünyanın birçok yerinde psikiyatrların psikologlarla çalıştığı zincire bir yeni halka daha eklenmiş durumda: “iletişim danışmanlığı”. Unutmamak gerekir ki “iletişim” bir beceridir ve geliştirilebilirdir.
Kişilerarası iletişim, sadece sosyal yaşamımızda sosyalleşmek veya özel hayatımızı sağlıklı kılmak adına ihtiyaç duyduğumuz ve geliştirmemiz gereken bir beceri değil. Hangi mesleğe mensup olursak olalım iletişim becerilerimizin azami derecede gelişmiş olması mesleğimizde başarıyı da beraberinde getirecektir. Söz konusu meslek tıp doktorluğundan akademisyenlik veya öğretmenliğe, devlet memurluğundan özel şirket çalışanlığına, hukuk danışmanlığından psikolojik danışmanlığa, bankacılıktan işletmeciliğe, insanla ilişki gerektiren bir işle meşgul isek, gerçekten gelişmiş bir iletişim becerisine sahip olunması gerekmekte.
Zaten bileceksiniz, ülkemizde de yeni yeni gelişmekte olan kurumlar, çalışanlarının etkili iletişim kurabilmeleri veya iletişim becerilerini geliştirmeleri adına uzman iletişimcilerden hizmet almakta. Lakin bu noktada da yapılan en büyük yanlış, birkaç saatlik veya bir günlük hızlandırılmış kurslarla gelişme kaydetmeyi beklemek. Hiç şüphesiz başlangıç kursu dahi olsa, bir nebze gelişme, hiç bilemediniz bir aydınlanma yaşanmasına katkı koymakta, ancak alışkanlıkların tekrarlanan davranışlarla kazanıldığı gerçeğini de unutmamak gerekmekte.
Sahip olduğumuz iyi veya kötü alışkanlıklar, tekrarlanan davranış kalıpları olduklarından alışkanlıklara dönüşmekte. Örneğin zararlı olduğunu bildiğimiz halde birçoğumuzun kurtulmaya çalıştığı tütün ürünleri tüketimi...Tekrarlanan rutinin neticesinde oluşan bağımlılık misali. Bağımlı olunduğu gibi bağımsız olunabileceği gerçeğini kabul etmekle arınabileceğimiz alışkanlıklarımız, davranışsal olduğu gibi duygusal ve bilişsel de olabilirler. Bunu fark ettiğimiz anda, başvurulacak bir uzman size aslında içinizde olan ve belki de farkında olmadığınız ışığın yanmasında yardımcı olacaktır. Ancak bu noktada unutulmaması gereken bir gerçek de, ister işimizde gelişme sağlamak isterse özel yaşamımızdaki yanlış anlaşılmaları, anlaşılamamaları veya çatışmaları, isterse de kendi içsel iletişim sorunlarımızı çözmek adına başvuracağımız danışmanın elinde sihirli bir değnek olmadığı; bir süreçten geçmek gerektiğidir. Tıpkı yabancı bir dil öğrenmenin veya yeteneğimiz olan bir alanda kendimizi gerçekleştirmemizin, belli bir noktaya gelene dek yardım almamızı ve çalışmamızı gerektirdiği gibi.
Hiç şüphesiz sağlıklı iletişim kurabilmenin birçok aşaması var. Şimdi bu faktörlerin hepsinden tek tek konuşmaya kalkarsak sanırım sayfalar sürer. Ancak benim nazarımda en önemlilerinden olan iki tanesinden bahsetmek isterim; “empati” ve “sen dili”.
Ne yazık ki, gündelik yaşam pratiklerimizde empatinin anlamı da biraz deformasyona uğramış. Genelde empatinin ne olduğu sorusuna aldığım yanıt “onun yerinde olsaydım ne yapardım” ile ayni olduğu yönünde. Oysa bu tanımlama empatiden uzak “ben”i yine merkeze koyan bir yaklaşım. Oysa “onun yerinde ben olsaydım” ile “o olsaydım” perspektifi kadar ince bir ayrım karşımıza çıkmakta. Onun yerinde ben olsaydım ifadesinde ve bilişinde birey kendi referans çevresini karşısındakini anlamak için temel almaya devam ederken, o olsaydım ifadesinde kişi referans çevresini de karşındakininkiyle değiştirmekte. Bu nedenle de onun baktığı pencereden bakabilip, onu onun çerçevesinde anlamlandırmaya çalışmakta. Empati de tıpkı iletişim becerisi gibi geliştirilebilir bir yeti olarak karşımıza çıkmakta. Ve bilhassa özünün anlaşılması bu yetinin geliştirilmesi noktasında büyük önem arz etmekte.
Birçoğumuzun anlamsal olarak karıştırdığı “sempati” ile arasındaki ince farkı anlamak benim nazarımda atılacak en önemli adımlardan biri. Sempatinin özünün karşınızdakine hak vermekte, empatinin temelinin ise karşınızdaki kişiyi anlamakta yattığını unutmamamız gerek. Bir diğer deyişle, sempati karşımızdakine hak vermekten geçerken empati karşımızdakini, hak vermesek dahi, anlamak üzerine kurulmuştur. Çoğu zaman kişilerarası iletişimde yapılan yaygın hata “hak”lılık kavgaları. Bir savaştaymışız veya rekabetteymişiz gibi haklı çıkmaya ve haklılığımızı ispatlamaya kodlanmış gibiyiz. Oysa birçok çalışmanın nedeni de, haklılık mücadelesi içerisinde “anlama”nın ne kadar önemli olduğunu unutuyor olmamızdır.
Her bir bireyin tıpkı bizim gibi özgün, eşsiz ve biricik olduğunu kabul ettiğimiz noktada kendimizi kabul etme erdemini de tecrübe etmeye başlarız. Bizim kendimiz olma hakkımız olduğu kadar karşımızdakinin de kendisi olma hakkı olduğunu unutmamalı, saygı duymalı ve bunu gerçekleştirmesine olanak vermeliyiz. Bunu yaptığımız noktada, karşımızdaki kişi veya kişiler “nasıl olmaları gerektiğini düşündükleri” yerine “kendileri” olabilirler. Böylece sağlıklı iletişim kurup doğru mesajı verebilmeniz için gerekli ortamın temelini atabiliriz. Zira unutmamak gerekir ki, herkesin kendine özgü bir dili var ve biz ancak karşımızdakinin dilini anlar, o dili veya ona yakın ortak bir dili oluşturup kullanırsak karşımızdaki de bizi anlatmak istediğimiz şekilde anlar.
Diğer bir deyişle kendimizi anlatmanın veya iletişebilmenin yolu karşımızdaki kişi veya kişileri tanımaktan geçer. Bu nedenle her zaman danışanlarıma ve hangi bölümde olursa olsun öğrencilerime iyi bir konuşmacı olmanın yolunun iyi bir dinleyici olmaktan geçtiğini söylerim. Bu noktada dinlemek sadece işitsel bir eylem değil, ayni zamanda duygusal ve bilişsel bir süreçtir. Karşımızdaki birey veya bireyler bizlere sadece sözlü iletişim yolu ile kendilerini anlatmazlar, ayni zamanda vücut dillerini de kullanırlar. Bir insanı dinlemek, onu okumak gibidir ve bu da zaman alan bir süreçtir. Belki de hayatınız boyunca okuduğunuz ve okuyacağınız en uzun kitabı okumak gibidir.
Son olarak benim nazarımda sağlıklı bir iletişim kurabilmenin en önemli ikinci yapıtaşından bahsetmek istiyorum. En az empati kurabilmek kadar iletişim sürecinin gelişiminde rol oynayan bu faktör kullanılan dilin yapısı ile ilişkili. Geçmiş yıllarda bana danışan birçok danışanımdaki ikinci ortak sorun olan bu dil sorunu kişilerin kendilerini ifade ederken alışkanlıktan tükettikleri bir serzeniş ki iletişim engellerinden biri olarak zaten birçok referans kitabında da karşımıza çıkmakta: “sen dili”. İster bilinçli isterse de bilinçsiz kullanıyor olalım, iletişim çatışmalarının başlamasına neden olduğumuz veya uzlaşımı geciktirdiğimiz bu suçlayıcı ifade kalıbı en erken zamanda kurtulmamız gereken bir alışkanlığımız. Herhangi bir tartışma veya uzlaşımsızlık esnasında “sen de ..... yaptın”, “zaten sen hep böylesin” veya “senin yüzünden...” gibi ifadeler, “sen”i anlamsal olarak içinde barındıran ifade biçimlerinin suçlayıcı olduğunu ve karşımızdaki kişinin savunma mekanizmasını çalıştırdığını aklımızdan çıkarmamamız gerekmekte. Bu noktada kendimizi ifade ederken, karşımızdakinin ne yaptığına değil de kendimizin ne hissettiğine dikkati çekmemiz önemli bir nokta. Bu, karşımızdakinin kendine saldırılıyor hissinden sıyrılıp sizin ne hissettiğinize odaklanmasına yardımcı olacaktır. Örneğin, eve geç geldiği için endişelendiğiniz eşinize veya çocuğunuza “sen zaten sorumsuzsun, bu saate kadar beni endişelendirdin” veya benzeri bir ifade ile kendinizi anlatmaya çalışırsanız, karşınızdakinin ya savunmaya ya da karşı atağa geçmesine sebep olursunuz. Oysa ki, onun gecikmesinden duyduğunuz endişe ile kendinizi anlatmayı denerseniz, bireyin kendisini sorgulamasına ve makul olanı bulmasına yardımcı olursunuz. Şöyle ki, “geciktiğinde başına bir şey geldiğini düşündüğümden endişeleniyorum” şeklinde bir ifade karşımızdakini suçlayıcı olmadığı gibi kendi hislerimizi makul şekilde aktarmamıza yardımcı olabilecektir.
Maalesef toplumumuzun karakteristik bir yapısı haline gelmiş gibi görünen “sen” dili, iletişememizin başlıca nedenlerinden biri olmakla birlikte kollektivistik kültürün bir parçası olan bizlerin tamamı ile kendi sorumluluğumuzu alamadığımızın, kendimizi tam anlamı ile kabul edemediğimizin veya kendimizden kaçtığımızın bir göstergesi de belki de. Zira, olanlardan önce karşımızdakini suçlama güdüsü, kendimizde bir hata olup olmadığını sorgulamaktan korktuğumuzun bir işareti olarak da yorumlanabilmekte. Oysa başkasına göre hata bile olsa yaptığımız şeyin bizi biz yapan olduğunu kabul etmek ve arkasında durmak kendimiz ile barışmanın belki de en önemli adımı. Ben kimim sorusunun cevabı ne isterse olsun, kendimi kendim olduğum için kabul ediyor ve seviyorum diyebilmek, günün sonunda öncelikle içsel iletişimin ardından da kişilerarası iletişimin altın anahtarı bile olabilir...