Ocak ayında Almanya’da büyük bir skandal patlak verdi. Göçmen karşıtı Almanya için Alternatif (AfD) partisi üst düzey yetkililerinin, partinin iktidara gelmesi halinde, ülkede kalma hakkı bulunan yabancıların ve “Avrupa kültürünü benimsemeyen” Alman vatandaşlarının, vatandaşlıktan çıkarılarak “toplu olarak” sınır dışı edilmelerine yönelik bir “Master Planı”nı görüşmek üzere toplantıya katıldıkları ortaya çıktı. Toplantıya katılanlardan biri de parti başkanı Alice Weidel’in özel kalem müdürüydü.
Skandalın ortaya çıkmasının ardından Almanya Başbakanı Olaf Scholz, bir açıklama yaparak “Tarihten ders çıkarmak sözde kalmaktan çok daha fazlasıdır. Demokratlar bir arada durmalı!” dedi. Ama kamuoyu yoklamalarına bakılırsa, Almanların bu “tarihten ders çıkarma” çağrısına kayıtsız kalabilecekleri ihtimali de var: AfD, müthiş bir yükselişte.
AfD’nin skandal toplantısı, yakın tarih bilgisi olan, özellikle eğitim düzeyi yüksek Almanlar için tüyleri diken diken eden bir olayı akla getirdi: Wannsee Konferansı.
Almanya’da 1933 yılında Nazilerin iktidara gelmesiyle Yahudilere karşı devlet destekli ırkçılık faaliyetleri ağır ağır yükseltilmişti. Tehdit, para ve mallarını kamulaştırma ile başlayan bu faaliyetler, Yahudileri Alman toplumundan tümüyle yalıtmayı öngören “Kristal Gece” pogromuyla doruk noktasına ulaşmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra ise, artık Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmesi gündeme gelmişti. Giderek kalabalıklaşan toplama kampları Naziler için “yönetilebilir” olmaktan çıkmış ve buna bir “çare” (!) arayışı başlamıştı. İşte bu “çare” arayışının bir sonucu olarak Nazi rejiminin üst düzey yetkilileri 20 Ocak 1942 tarihinde Berlin yakınlarında “Wansee Konferansı”nda bir araya gelmiş ve konuyu tartışmıştı. Toplantıya katılan üst düzey Naziler arasında sonradan adları çok duyulacak olan iki kişi de vardı: Reinhard Heydrich ve Adolf Eichman.
Wansee Konferansı’nda “Nihai Çözüm” olarak adlandırılan bir plan ortaya çıkmıştı. Adolf Hitler tarafından onaylanan plana göre, toplama kamplarına gönderilecek olan Yahudilerden, çalışmaya uygun olanlar silah, cephane ve mevzi yapımında çalıştırılacak; bu tür işlere uygun olmayan yaşlı ve hasta erkek, kadın ve çocuklar ise toptan ölüme gönderilecekti.
Bu toplama kamplarının en kötü şöhretlisi Auschwitz Toplama Kampıydı ve kampın uzun süre komutanlığını yapan kişi ise Rudolf Hoess’ti. Hoess, “Nihai Çözüm” planı uyarınca, Auschwitz’te 2 milyon kişiyi gaz odasına gönderen kişiydi.
AfD skandalının üzerinden fazla bir süre geçmeden, güzel bir zamanlamayla, geçtiğimiz haftalarda vizyona giren, yönetmen Jonathan Glazer’in “İlgi Alanı” (Zone of Interest) filmi, işte bu Rudolf Hoess’ün Auschwitz Toplama Kampı ile bu kampın bitişiğinde ailesiyle yaşadığı “tatlı hayat”ı anlatıyor. Film Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül’ü ve FIPRESCI Ödülü’nü kazandı.
Film Martin Amis’in aynı adlı romanının bir uyarlaması. Tarihsel olguları temel olsa da film serbest bir kurgu.
Filmde, Auschwitz komutanı Rudolf Hoess ile “şirin ailesinin” kamp duvarlarına bitişik olarak inşa edilmiş yemyeşil çimlere, çeşit çeşit bitki ve çiçeklere, yüzme havuzuna ve hizmetlilere sahip muhteşem evlerinde, misafir ağırlayarak, yemekler düzenleyerek geçirdikleri keyifli ve eğlenceli yaşamları anlatılıyor.
Baba Rudolf Hoess’ün kampta “ağır sorumluluklar” (!) gerektiren bir işi var. Trenlerle kampa gelen Yahudilerin eşyalarını teslim almak, tasnifini yapmak; çalışmaya gönderilecekler ile gaz odasına gönderilecekleri ayırmak; gaz odasına gönderilecekleri duş alacaklarına inandırmak ve gaz odasına Zyklon-B gazını göndererek onları zehirleyip öldürmek; geriye kalan cansız bedenlerden kurtulmak gibi. Ancak filmde yüksek bahçe duvarları dışına çıkılmıyor.
Hoess’ün çocukları günlerini bahçedeki kaydıraktan kayarak ve mutluluk çığlıkları atarak geçiriyor. Aile tam bir hayvansever de. Evlerinde köpek besliyor. Çocuklar bahçede multu mutlu oynarken, bitişik bölgeden hiç kesilmeyen gürültüler geliyor. Çalışan makineler, silah sesleri, bağırışlar ve çığlıklar. Filmde Baba Hoess’ün evin duvarları dışındayken neler yaptığını buradan anlıyoruz. Hoess için ölüm kampını yönetmek, bir lunapark işletmek gibi. İşinden keyif alıyor ve işinden evine dönüp çocuklarını seviyor, eşiyle kayınvalidesi hakkında dedikodu yapıyor.
Nazi rejimi öncesi ırkçılıkla ilgisi olmayan on binlerce Alman, totaliter rejimin ağır propagandası altında, Yahudilerin, Romanların ve Slavların alt insan (untermensch) olduğuna öylesine inandırılmışlardı ki, bu yaptıklarının, ari Alman ırkı adına yapılması gereken sıradan bir iş olduğunu düşünüyorlardı. Sabah insanları toplu olarak öldürenler, akşam eve dönüp çok sevdikleri köpekleriyle oynuyor, çocuklarını seviyordu. Nazi rejimi, Hannah Arendt’in deyimiyle kötülüğü sıradanlaştırmıştı. Bu akıl almaz kötülükleri işleyen insanlar aslında doğuştan canavar değillerdi. Normal insanlardı.
Fim hakkında daha fazla “spoiler” vermeden burada bırakalım.
Hoess, savaştan sonra 1946 yılında yakalandı ve Polonya’da yargılandı. 1947 yılında ise idam edildi. Hapiste olduğu sürede anılarını yazdı. Anılarında, 2 milyon insanı gaz odalarında öldürdüğünü kabul etti.
İkinci Dünya Savaşı sonrası “bir daha asla!” diyerek yola çıkmıştı insanoğlu. Irkçılık, özellikle ırka ve etnik kökene dayalı soykırımın yaşandığı Avrupa coğrafyasında yeniden ve hızlı bir yükselişte. Yine de insanoğlunun tarihin o karanlık döneminden ders çıkarmış olmasını umalım.