Fatma Türkoğlu
fatmaturkoglu90@gmail.com
Birden ortaya buluşma fikri atıyorum ve hem saati hem de yeri belirliyorum. Diyorum ki hava serin olsun, çünkü sıcakta yarım saat otobüs beklemek istemiyorum: “Güneş batarken Girne Kapısı’nda buluşalım.” deyince büyük bir hevesle kabul ediyor. Herhalde o da sıcağı çok sevmiyor, nasılsa onun da arabası yok. “Tamam.” diyor. Meğer uzunca bir zamandır insanlarla konuşmuyor, içine dönük bir hayat yaşayıp gidiyormuş. Yani aylar önce işini bıraktığından beri… Biriyle buluşmanın heyecanının serin ve hafif bir esinti gibi ruhunu sarıp sarmaladığını anlıyorum.
Yazmak istediğini söylemişti. Kendi hayat hikâyesini yazmak istiyormuş. “Kim bilir neler yaşadı?” diye geçiriyorum içimden. Mesela ben hiç istemiyorum kendi hikâyemi yazmayı, çünkü çok sıkıcı bir roman olabileceğinden veya kendimi gereğinden fazla açmanın çıplak hissettirebileceğinden korkuyorum; ama belli ki o, yaşanmışlıkları olan biri ve tereddüt etmeksizin anlatacağı bir yaşam öyküsü var. İnsanları hikâyeleriyle tanımak hep heyecanlandırmıştır beni. Merakla buluşmaya sürükleniyorum. Kahve içeceğimiz bir kafeye yürürken bir an için konuşacak çok da bir şey bulamayacakmışız hissine kapılacağımdan habersiz... Ne de büyük bir yanılgıymış!
Sessizce yürüyoruz. Afrika’nın güneyinden geldiğini zaten biliyordum. Bir ön yargı olarak naif bir insan olduğunu varsayıyorum, çünkü tanıdığım güney Afrikalılar batı Afrikalılara kıyasla hep daha mütevazı, daha naif kişilerdiler. Öyle ki neden bu kadar korku saldıklarını anlamakta zorlanıyordum. O güçlü kuvvetli görüntülerinin altında hep ürkek, düşünceli, kibar insanlar görüyorum. Kadınıyla erkeğiyle, çoğunun hayata dair bir felsefesi var, çünkü sanılanın aksine en büyük varoluşsal sorgulamaları hep en kötü hayatları yaşayanlar yapıyor. Fil dişi kulesindeki hak savunucuları da onların karnını doyurmaktan düşünmeye zaman ayıramadığını zannediyorlar, oysa eğitimle kasıtlı olarak ahmaklaştırılmamış her insan, kendi bilgisini ve felsefesini oluşturmanın bir yolunu bulabilir sanıyorum. Hem adaletsizliğe uğrayıp hem de düşünmeden yaşamak mümkün mü? Düşünmemek hayatta az acı çekenlere mahsus olmalı. Oysa itiraz etmese de sanıyorum ki o hiç katılmıyor bu fikre: “Gettolarda insanlar acımasızdır ve vahşidir, herkes karnını doyurmayı düşünür.” diyor. Kıbrıs’ın ne kadar güvenli bir yer olduğunu anlatıyor: “Buradan Girne’ye koşarak gitsem başıma hiçbir şey gelmez.” Ne de olsa genelleme yapmaktan sakınmak gerekiyor. Hem yoksulluğu ve yoksulları ondan iyi mi bileceğim? Ancak üniversite okuyacak kadar şanslı, çalışkan ve zeki olanlarla tanışabiliyorum.
Birer kahve alıyoruz, cebinden para çıkarıyor, ama ödemesine izin vermiyorum; çünkü maddi sıkıntı yaşıyor olabileceğini düşünüyorum, yine bir ön yargıyla. Sonra konuşurken öğreniyorum ki maddi sıkıntıları geride kalmış. Evden çalışıp para kazanıyormuş artık, çünkü internetten çeşitli dersler takip ederek ekonominin nasıl çalıştığını öğrenmiş. “Yoksul bir insanla orta hâlli bir insan arasındaki fark nedir?” diyor, sonra cevaplıyor: “Bilgidir.” Katılmıyorum tabii bu fikre, ama üniversite eğitimiyle kazanılan bilgiden bahsetmediğini söylüyor. Bazı şeyleri bilen insanın hayatta başaracağına inanıyor. Oysa başlangıçta para kazanmak için doktor olmak isteyerek Kıbrıs’a gelmiş, fakat okulu yarıda bırakmak zorunda kalmış. Hayatıyla birlikte dünya görüşü de değişmiş. “Demek ki sabit fikirli biri değil. Görüşleri esniyor. Ne güzel bir şey bu!” diye içimden geçiriyorum, ama ona hiçbir şey söylemiyorum.
Konuşmaya başladıkça onu daha iyi tanımaya da başlıyorum. Yarıda kalmış öğretmenlik, hemşirelik ve tıp eğitimi… Birisinin doktora tezini para karşılığında yazmış, dolayısıyla Kıbrıs’ı iyi tanıyor. Bilmediğimi varsaydığı şeyleri anlatıyor bana, gerçekten de bilmiyorum. İyi öğrenmiş. Tezinin bir bölümünü yazdığı kadını tanıyorum ve aramızda kalacağına söz veriyorum. Zaten ne ilk ne de son! Bu piyasayla mücadele etmeye hiç niyetli değilim, çünkü ödevlerini yaptıranlara ne kadar kızarsam kızayım, bunu ekmek kapısı olarak görenlerin açlığa mahkûm olmasından korkuyorum. Sonra paranın satın alabileceği şeylerden tiksiniyorum. Kahvemi yudumluyorum, kokluyorum. Geçiyor. Bir sonraki tiksintiye kadar…
Sohbete devam ediyoruz. Nasıl yazdığımı anlatıyorum, edebi eserler öneriyorum okuması için. Shakespeare sevdiğinden bahsediyor. Telefonuna not ettirdiğim hiçbir klasiği duymamış, fakat büyük bir ciddiyetle not alıyor ve biliyorum ki mutlaka internetten bulup okuyacak. Çeviri sorunu olmasın diye İngiliz ve Amerikan edebiyatı öneriyorum. O da bana şaşırıyor konuştukça. Bildiklerim ve ona katabileceklerim ilgisini çekmeye yetiyor, çünkü öğrenmeyi sevdiğini gözlerindeki ışıltıdan kavrayabiliyorum. Dikkatli bir dinleyici aynı zamanda…
Laf lafı açıyor ve konudan konuya atlıyoruz. Maraton koştuğundan bahsediyor, garipsemiyorum. Biliyorum ki insanların okula koşarak gittiği ülkelerden bilim insanından çok sporcu çıkar. Oysa sporu okumaya zaman ayırmak için bıraktığını söylüyor. “Koşunca, antrenman yapınca insan çok yoruluyor; dinlenirken yatması ve hiçbir şey yapmaması gerek. Kitap okuyamazsın. Sadece dinlenirsin. Kaliteli bir dinlenme olmalı bu.” diyor. “O yüzden bıraktım. Kafamı da çalıştırmak istiyorum.” Hızını alamayıp ekliyor: “Kafasını çalıştıran insanın vücut performansı artar. Aynı şekilde vücudunu çalıştıran insanların da zihinsel yetenekleri gelişir.” İçimden “Sağlam kafa sağlam vücutta mı bulunur yani?” diye geçiriyorum. O sırada bana anlattıklarının tıbbi açıklamasını yapıyor.
Konudan konuya atlıyoruz. Yetimhanede büyüdüğünü öğreniyorum. Ne annesi ne babası hayatta değil, fakat benden bir yaş küçük sadece. O zaman ortalama insan ömrü istatistiklerini, yaygın hastalıkları anımsıyorum. Sormuyorum “Neden?” diye. İnsanlara acı verebilecek şeyleri patavatsızca sormayı anlamıyorum zaten. Anlatmak istediği her şeyi şakır şakır anlatıyor, anlatmadıklarını da tahmin ediyorum. Nasılsa bir gün anlatacak. Belki annesini AIDS’ten kaybettiğini söyleyecek, belki de bunu düşünürken bile bir ön yargıya sahibim ve trafik kazası, kanser gibi Kıbrıs’ta her ay duyduğumuz bir sebepten öldüğünü anlatacak bana. Bir şey fark eder mi? Hepimiz bir şekilde ölüyoruz, ama bazı ölümlerin sebeplerinden nedense dehşete kapılıyoruz. Sanki insan ölüm nedenini seçebilirmiş gibi!
Dalıp gitmemeye ve onu anlamaya çalışıyorum, çünkü ağır bir aksan mükemmel konuştuğu İngilizcesini gölgeliyor. Sanki yeterince iyi konuşmuyormuş gibi geliyor kulağa, oysa defalarca kullandığı kelimelerin açıklamasını yaptırtmam gerekiyor. İngilizce bilmeyen biri benim daha iyi konuştuğumu düşünebilir. Ne büyük saçmalık! O sırada yetimhanedeki kardeşlerinden bahsediyor. Amerikalı bir kadının gelip kendisini evlat edinerek hayatını değiştirdiğinden… “Bana sinemaya gitmek için para göndermişti, harçlık demişti. Yaşadığım yerde sinema yok. Meyveyi ağaçtan yeriz. Marketten muz alırsan gülünç duruma düşersin. Paraya fazla ihtiyaç yoktur. Biriktirdiğim parayla iki ev aldım.” Ülkesindeki para biriminin ne kadar düşük olduğunu bilsem de emlak değerinin bu kadar da düşük olmasına şaşırmadım diyemem. Şehirden bahsetmediğini varsayıyorum, ardından onu da anlatıyor. “Zenginin zengin, fakirin fakir olduğu bir yer orası. Orta sınıf diye bir şey yok. Ya çok çok fakirsindir, ya da aşırı zenginsindir. Zenginler de genelde şehirlerde yaşıyor.” Artık o da ülkesinin şartlarında zengin biri olmalı, çünkü Kıbrıs’ta yaşıyor. Oysa hâlâ çok kaygılı: “Yoksullukla nasıl mücadele edeceğimi bilmiyorum. Kendimi kurtardım, ama ya diğerleri? Ailem?” Ubuntu felsefesini iliklerinde hissediyor. Tek başına kurtuluş onun için kurtuluş değil. Hem bu kadar sosyalist hem de bu kadar kapitalist olabilmesini nasıl açıklayabileceğimi bilemiyorum. Belki de komün hayatı yaşayan insanların kapitalistler tarafından sömürülmesinin bir sonucudur bu hâl. Araştırmaya değer sorular beliriyor zihnimde.
Sonra yoksul çocukları okutan bir vakıftan bahsediyor. Bu şekilde okumaya gelmiş. Böylelikle kafamdaki soru işaretlerinden arınıyorum. Önce vakfın sağladığı olanaklarda A-Level’lerini almış. Sonra üniversite okumaya başlamış, ama vakıf için kendisi de çalışmış. Kurduğu sistemi, vakfın gelir kaynaklarını ayrıntılı anlatıyor bana ve soruyor: “İnsanlara yatırım yapmak ister misin?”, “Nasıl yapabilirim?” diyorum, bana bir öneride bulunuyor. Bildiklerimi aktarsam yeterli. Oysa bunların hiçbir zaman değerli bilgiler olduğunu düşünmemiştim, belki de yaşadığım ülkede hiç değer verilmediğinden! Eğitime verdiği önemi tekrar tekrar vurguluyor. İçimden “Yoksulluktan kurtulmak için sosyalist devrimi beklemelisiniz yoldaş.” diye geçiriyorum, fakat yaptığım şakayı anlamayacağını düşünerek sesli söylemiyorum. Kafama deli sorular geliyor, gerçekten de diktatöründen ve emperyalizmden kurtulsa pek çok ülke kalkınacak, ama hiçbiri henüz bunu gerçekleştirecek kadar zengin veya eğitimli değil. Karamsarlık ve üzüntü tüm benliğimi esir alıyor. Oysa onun dünyasında bunların hiçbirine yer yok, karamsarlık en büyük günah, üzüntü dışlanması gereken bir duygu. Üstelik ülkesiyle gurur duyduğu ve yurdunun durumunun farkında olduğu hâlde!.. Elimde olmadan ruhsal gücüne hayranlık uyanıyor içimde. Kim bilir ne zayıflıkları vardır, ama ilk buluşmada hiçbirini göremiyorum. Karşımda ruhen, bedenen ve zihnen kuvvetli bir adam var.
Konuşmaya devam ediyoruz. Kıbrıs’a gelirken nasıl kandırıldığını anlatıyor bana, neler umup neler bulduğunu… “Havaalanından inerken Ercan’ı görür görmez kandırıldığımı anladım ve büyük bir hayal kırıklığı yaşadım, çünkü bizim şehirlerimizdeki havaalanları bundan büyüktür. Oysa burası başkent.” diyor. Kelimesi kelimesine bir Nijeryalıdan duyduğum cümleyi tekrarladığının bilincinde değil elbette. “İnternetten neden araştırmadın bunu?” diyorum. Önce yaşadığı yerde internetin ne kadar pahalı olduğundan bahsediyor, ama sonra öğreniyorum ki doğduğu gettoda evler çadırdan hallice, değil internet belki elektrik bile yok. Bana doğduğu toprakları gösteriyor telefonundaki bir fotoğraftan. Yalın ayak toprağa basan bir kadınla sarılmış -annesi olsa gerek- arkada ağaç dallarıyla yapılmış çadır gibi evler… Yemyeşil bir getto… Neden getto deyince yaşamın daha yoğun olduğu bir yer düşündüğümü ben de bilmiyorum. Tekrar aklımdan aynı cümleler geçiyor: Elektriğin olmadığı köylerden elektrik mühendisinden çok sporcu çıkar. Bir ona bakıyorum, bir kendime ve bizi olduğumuz şey yapanın yaşam hikâyemiz olduğu gerçeğiyle yüzleşiyorum. Hikâyemiz, kimliğimizdir.
Plastik çubuğumla kahvemin dibini fokurdatıyorum. Biliyorum ki mutlaka hikâyesini en ince ayrıntısına kadar dinleyeceğim. “Geç oldu.” diyorum ve kalkıyoruz.