Strasburg’da Avrupa Parlamentosu’nun ilk Genel Kurulu toplanacak. İlk gündem maddemiz, parlamento başkanını seçmek!
Biraz dalgın, biraz düşünceli, parlamentonun yolunu tuttum.
Vardığımda, binanın önünde kalabalık bir grup gösteri yapıyordu. Yaklaştım ve neler oluyor diye sordum. Katalanlar gösteri yapıyorlardı. Ayrılıkçı liderleri Puigdemont seçildiği halde parlamentoya gelemiyordu, çünkü İspanyol hükümetinin, hakkında tutuklama kararı var. Belçika dışına çıkamıyor...
Öte yanda Nigel Farage bir basın ordusuyla parlamentoya doğru ilerliyordu. Brexit’in fikir babalarından Farage ve partisi, Avrupa Parlamentosu seçimlerine tek maddelik seçim propagandasıyla girmiş ve başarılı olmuş. AB’den çıkmak diyor başka bir şey demiyorlar.
Bunların Avrupa Parlamentosunda ne işi var diye düşünüyorum. Katalanlar AB üyesi İspanya’yı bölmek istiyor, Farage ise AB’den ayrılmak... İkisi de Avrupa Birliği değerlerine ters...
Sonunda binaya girdim ve Genle Kurul salonunda bana ayrılan 233 numaralı sandalyeye oturdum.
Saat tam dokuzda son parlamento başkanı oturumu açtı:
“Günaydın Baylar ve Bayanlar, Avrupa Parlamentosuna, bu demokrasi evine hoş geldiniz. Burada seçmenlerinizi temsil etmek üzere bulunuyorsunuz.”
Bu sözlerle oturum açıldı. Arakasından, Beethoven’inin AB marşı olan dokuzuncu senfonisi çalındı. Marş esnasında İngiliz milletvekilleri kürsüye sırtlarını döndüler. Bu çirkin tavırla AB’nin marşından nefret ettiklerini herkese göstermek istiyorlardı. Daha sonra Farage, milliyetçilik ve popülizm kokan sözlerle bu münasebetsiz tavra “açıklık” getirecekti: “Bizler, yabancı marşlar önünde ayağa kalkmayız!”
Marş biter bitmez başkan oturumu açtığı gibi noktaladı: “parlamento başkanı seçimi yarın sabah saat 9’a ertelendi!”
Hani bugün yapılacaktı? Yuhalamalar...
AB üyesi devletlerle hükümetlerin Brüksel’de devam eden at pazarlığı henüz tamamlanmamıştı, bu yüzden başkan seçimi bir gün sonraya ertelendi.
Yurttaşların oyu ile seçilen Avrupa Parlamentosu, devlet ve hükümet başkanları tarafından resmen küçümsenmiş oldu. Onlar son sözü söyleyinceye kadar, yurttaşların sesi olan Avrupa Parlamentosu maalesef iş yapamıyordu.
Bütün milletvekilleri Brüksel’deki pazarlığa kilitlendik. Televizyon başına geçtik ve gelecek haberleri beklemeye koyulduk. Akşam saatlerinde kapalı odadan duman yükseldi. Üye devletler anlaşmaya varmışlardı: Avrupa Konseyi Başkanı Belçikalı Charles Michel, Komisyon Başkanı ise Almanya’nın savunma bakanı Ursula von der Leyen olacaktı. Avrupa Merkez Bankası Şefi Fransız Christine Lagarde, Dış işleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi İspanyol Josep Borrell Fontelles, Avrupa Parlamentosu Başkanı da İtalyan David Sassoli...
Ertesi gün saat dokuzda yeniden toplandık ve parlamentonun değil, üye devletlerin önerisi olan David Sassoli’yi seçtik diyeceğim ama gerçek şudur ki onu onayladık. Parlamenterler sürece dair itirazlarını dile getirmek için olsa gerek, Sassoli’yi birinci turdan seçmediler ve ikinci tur yapılmak zorunda kaldı. Benim de yer aldığım Sol grup, seçime kendi adayı ile katıldı.
Temmuz ayının 15 ile 18’i arasında Strasburg’da yeniden bir araya geleceğiz ve Komisyon Başkanı ile Dış Politika ve Güvenlik yetkilisini seçeceğiz, aslında onaylayacağız...
Parlamentodan derin düşünceler içinde ayrıldım. Avrupa Birliği, iktidarın üye devletlerin elinde olduğu bir konfederasyondur. Kendi aralarında yaptıkları pazarlıklar neticesinde kimlerin hangi kurumlarda yer alacağına karar veriyorlar.
Avrupa Parlamentosu yurttaşlar tarafından seçildiği halde üye devletlerin siyasi gruplar üzerinden müdahalesine maruz kalıyor. Yani, Macron-Merkel bir konuda anlaştıklarında, Avrupa Parlamentosu’nda yer alan muhafazakar grup ile Macron’un grubu, aynı doğrultuda oy kullanıyorlar.
Burada bir tür devlet-yurttaş karşıtlığı söz konusudur. Düşüyorum da birinci görevimiz, Devletler-Avrupası’na karşı Yurttaşlar-Avrupası’nı güçlendirmektir diyorum. Yurttaşların oyu ile seçilen milletvekillerinin devlet ve hükümetlerden çok, yurttaşlara karşı sorumluluk duyacakları bir anlayışı geliştirmektir. Bu da uzun vadede konfederatif yapıdan, ulus-ötesi bir federatif yapıya geçmek anlamına geliyor.
Bu düşüncelerle parlamentodan ayrılırken, aklıma benim “çok özel” konumum takıldı.
Ben, Avrupa toplumlarının en küçük parçasından geliyorum. Benim içinden çıktığım toplumun hükümeti, tanınmıyor ve bilinmiyor. Bir de geldiğim ülkenin hükümeti var ki, o da benim içinden çıktığım toplumu görmüyor, bilmezlikten geliyor...
Kısacası, benim yapmak istediğim işleri ileriye taşımak için pazarlık yapacak ne bir Konsey üyesi hükümet, ne de Komisyon’da bir Komiser var.
Ne yapacaksam, ulus-ötesi, “çıplak” yurttaş olarak yapacağım...
“Kolay Gele” dedim ve düşüncelerime nokta koydum. Kendimi bir trene attım ve Paris’in yolunu tuttum..