ÇOCUK GÖZÜMDE KIBRIS VE ANILAR -16-
Erdinç Gündüz
İlk nöbet... 00..00-04.00... Tam dört saat.. Sessice düşünürken birisi dürtüyor...
- Daha önce hiç sten gördü müydün ?” diye soruyor , sonradan adının Recep
olduğunu öğreneceğim kişi.
- Bir kere..
- Omuzuna as da gidelim.
Acemi hareketlerle sten’i omuzuma asıyor ve sessizce arkasından yürüyorum. Bizimle
beraber, hareket halinde altı kişi daha var. Apartmanın merdivenlerinden sessizce inip binanın yan tarafına doğruluyoruz. Her taraf zifiri karanlık. Bir toprak yığını önünde duruyoruz. En öndeki, derme çatma malzeme ile yapılmış, teneke ile tahta karışımı kapıyı açıyor. Kapının arkasında yeraltına doğru inen merdivenler var. Yavaşça ve sessizce iniyoruz... Çok zayıf bir ışık var ama çevreyi seçmemiz için bile yeterli değil. Herşey belli belirsiz. İleriye doğru uzayan tünelden yürüyoruz. Karşımıza dört ayrı yöne doğru, dört ayrı tünel daha çıkıyor. Önümüzdeki ‘eskileri’ izleyerek ikişerli olarak bu tünellere dalıyoruz.. Ne kadar daha yürüdüğümüzün farkında değilim. Bir noktadan sonra, çok daha karanlık bir bölgeye geliyoruz... Recep kulağıma eğiliyor,
- Artık çok sessiz olmaya dikkat et.
İKİ MAZGAL DELİĞİ
Korkak adımlarla, ayaklarım titreyerek izliyorum onu. Uzun olmayan dar ve karanlık koridorun sonundaki birkaç metre karelik bir açıklığa geliyoruz. İşte o anda seçebiliyorum oradaki iki kişinin varlığını. Sessizce ve hiçbir şey söylemeden bizim geldiğimiz tünelden geriye doğru yürüyüp kayboluyorlar karanlıklar içinde .
“Demek 4 numara burası” diyorum kendi kendime. İki mazgal var önümüzde. Birinin önüne Recep gidiyor, diğerine ise ben. Bu garip kara delikten dışarıya bakmaya , etrafı tanımaya çalışıyorum. Asfalt bir yolun hemen kenarındayız. Mazgallar neredeyse yolla aynı seviyede. Asfaltın üzerine, nereden geldiği belli olmayan zayıf bir ışık düşüyor. Ama ondan ötesi ürkütücü derecede karanlık.. Arada sırada kulaklarımıza gelen ağaç yapraklarının hışırtıları dışında etrafta tıs yok. Ne bir fısıltı, ne bir hayvan sesi.. “Nereye kayboldu Lefkoşa’nın geceleri havlayan bütün köpekleri? Nerede fare peşinde koşan kedileri” diye soruyorum kendi kendime.
Gözümü bu garip kara delikten ayıramıyorum. Bir tuhaf hissediyorum kendimi. Ama karşımda oturan Recep de aynı durumda. O da, ille de birşeyler görmek istiyormuşçasına önündeki mazgal deliğinden karşıya, karanlık boşluğa bakıyor. Dalıp gidiyorum bakarken.
Ve aninden hafif neşeli bir ıslık ve ayak sesleri geliyor kulağıma. Olduğum yerde hafifçe doğrulup, şaşkın ve korkulu gözlerle Recep’e bakıyorum. Hiçbir tepkisi yok onun. Belli belirsiz, eliyle, otur, yahut heyecanlanma anlamına gelebilecek bir hareket yapıyor. Islık ve ayak sesleri gittikçe yaklaşıyor. Asfaltın üzerinde yürüyen bir çift siyah botlu bacak seçilebiliyor artık. Birleşmiş Milletler’in devriye görevindeki askerlerinden biri bu. Dudağındaki ıslık ve yavaş adımlarıyla sanki kır gezisine çıkmış gibi önümüzden geçip gidiyor. Attığı adımları dikkatle izliyorum. Tak...Tak....Tak...Tak...Tak... Asfalt yolu bir baştan obür başa bu tempoyla yürüyor. Sonra, aynı şekilde geriye döndüğünü farkediyorum....
JOHN MUDUR, GEORGE MUDUR!
Bu geçiş, her saat başı tekrarlanacak. Ona verilen görev de bu.
Dalıp düşünüyorum. Kimdir bu adam? İngiltere’nin neresindendir acaba? Annesi, babası kardeşleri var mıdır bırakıp geldiği yerlerde? Bir sevgilisi var mıydı acaba? Para için mi burada? Yoksa birileri ona “Akdenizin doğu ucunda Kıbrıs denen küçücük bir ada var. Oraya gideceksin... Bu küçük adada Türkler ve Rumlar birbirlerini yemek üzereler. Sen de araya girecek, onların birbirlerini yemelerine engel olmaya çalışacaksın” mı demiştir. O da, aldığı emire uyarak, bu hiç bilmediği topraklar üzerindeki hiç bilmediği bir mahallenin hiç bilmediği bir sokağında, bu saatte görev mi yapıyordur?.. John mu acaba adı? Yoksa George mu? Belki de Jeff.. Her neyse... Coni işte... Zavallı adam.
Zavallı kimdir gerçekte ? Taa İngiltere’den bizim kavgamızın ortasına gelen Coni mi? Yoksa onun buralara gelmesine neden olan bizler mi?
Bu karanlık ve soğuk gecede, elimde bir silahla ben ne arıyorum burada? Silah yerine kitaplar, kalemler olmalıydı elimde… Birkaç gece öncesine kadar da öyleydi. Daha iki gece önce, sıcacık odamda ödevlerimi tamamlamaya çalışıyordum. Şimdi ise okul, dersler bir kenara itilmiş durumda.
Sahi... Nasıl başlamıştı bütün bunlar? Hep düşman mıydı birbirlerine Rumlarla Türkler?