İnal Birsel ile röportaj

"...kalıpların içerisinde yaratıcı olunamaz diye bir şeyi savunmuyorum, ama kalıpları bozmak, deforme etmek ve hatta sıfırdan yaratmak daha çok heyecan verici değil mi? "

Yılmaz AKGÜNLÜ
yakgunlu@yahoo.com

Yılmaz Akgünlü: İnal seninle müzik, sanat ve dünyanın sorunlarına nasıl baktığın konusunda söyleşmek istedim. Pek alışıldık olmayan bir tarzın var. Birçok farklı müzik türünde beste yapıyor, onları harmanlıyorsun. Kişisel olarak ben müziğini çağının çok ilerisinde buluyorum. Nasıl şekillendi müziğe bakışın?

İnal Bilsel: Evet, müziğim günümüz kalıplarına veya türlerine uymuyor. Geçmiş müziklere çok atıfta bulunuyorum ama aynı zamanda onlara benzememek için de ayrı bir çaba gösteriyorum. Çağımızın ilerisinde mi bilmiyorum ama belki ‘zamansız’ olarak adlandırmak daha doğru. Senin de dediğin gibi farklı türlerde müzikler yapıyorum, ama bunu farklı türleri seviyorum o yüzden hepsinde müzik yapmak isterim anlamında yapmıyorum. Örneğin, “Paradise Lost” albümümde farklı türleri bir nevi hikaye anlatma aracı olarak kullandım. Albümüm aslında baştan sona bütün olarak bir hikaye ve ben bunu müzik aracılığı ile anlatmaya çalıştım. Müzik gibi soyut bir lisanda hikaye anlatmak zordur, o yüzden çeşitli yöntemler denedim, örneğin dinleyicinin bilinçaltına inmeye çalıştım. Her bir projem benim için ayrı bir dünya gibidir. ‘Tales From The Future’ adı altında verdiğim konserlerde başka parçalarımdan çalıyorum ve hemen hemen hepsi bir birinden çok farklı. Bu farklılıkları da bir araya getiren görsel bir yanı var konserlerin. Yine orda anlatmaya çalıştığım bir hikaye var ve bu hikayeyi anlatmak için görselleri bir araç olarak kullanıyorum. Sanırım ilk beste yapmaya başladığım dönemlere kadar uzanır bu hikaye anlatma dürtüsü. Yani biliyorsun, hikaye anlatımı ne kadar gerilere gider, mitolojiler destanlar… Günümüzün tekabülü ise diziler. Küçükken masal anlatılırdı bize uyumak için. Güzel bir hikayeye ve tabii ki güzel bir anlatıma ve bu anlatımı da dramatik bir şekilde süslersen, kimse hayır demez.  

Y.A : Müziğin senin için anlamı nedir? Seni daha yakından tanımak isteyen izleyicilerinin merak ettiği şeylerden biri de bu olsa gerek diye düşünüyorum.

İ.B : Lise yıllarının sonuna doğru beste yapmaya başladığımdan beri, müzik benim için bir ifade biçiminden öte hayatımın anlamı olmuştur.

Y.A : Çok küçükten beri bestecilere büyük bir hayranlık duymuş biri olarak, ben de bir besteci olma hayalleri kurardım hep. Beste yapmakta çok büyük bir yaratıcı güç var, dinleyenlerin ruh halini etkileyen çok büyük bir güç bu. Bir tür büyücülük değil mi beste yapabilmek? Nasıl beste yaparsın? Çok genel bir soru biliyorum ama, yaratıcılık süreci hakkında bir şeyler söylemek istersin diye düşündüm.

İ.B : Bunu hep söylerim, bilgisayarın başına müzik yapmak için oturduğumda ne yapacağımı önceden belirlemişimdir. Bazı dönemler üzerinde uğraştığım projelere o kadar kapılırım ki, adeta günlük hayatta bir hayalet gibi dolaşırım. Beynim durmaksızın projenin taşlarını oturtmaya çalışır, yapbozun parçalarını. Detaylara bilgisayar başında çözümler üretilebilirken daha büyük resmi görebilmek için en güzel zaman, her zaman, her andır. Üniversite’de kompozisyon okuduğum yıllarda beğendiğim bir melodiyi yazamadığım için ödevimi yapmadığım bir günü hatırlıyorum. ‘Çok romantik’ demişti bana öğretmenim. Hiç beklemediğim bir tepkiydi ‘ancak romantik dönem bestecileri bir melodi üzerine bu kadar kafa yorar’ diye eklemişti. İşte o anda tüm beste yapama tekniğim bir cümlede oluşmuştu. Beste yapmanın güzel melodiler bulmaktan ibaret olmadığını kavradım. Elinde dört notalık bir motif var, onunla ne yaparsın? Beethoven dört notadan yola çıkarak senfoni yazdı. Konunun - bu kısa bir müzikal cümle veya daha uzun bir melodi olabilir – işlenişi konunun kendisinden daha büyük bir önem taşır. Beste yapmak yaratıcılık gerektirir dedin, evet ama bu bestenin içeriğine göre de değişebilir. Müzikte belli kalıplar vardır. ‘Tipik bir Hollywood filmi’ deyip es geçtiğimiz filmleri düşün. Bu tipik film dediğimiz aslında yapımcıların belli film formüllerini veya kalıplarını kullandıklarını gösterir, diğer bir değişle seri üretim. Müzik için de aynı şey geçerlidir. Fakat eklemek isterim kalıpların içerisinde yaratıcı olunamaz diye bir şeyi savunmuyorum, ama kalıpları bozmak, deforme etmek ve hatta sıfırdan yaratmak daha çok heyecan verici değil mi? Beste yapmak bir tür büyücülüktür diyeceksek, işte o zaman dememiz lazım. 

Y.A :  Çalışmalarını izlediğimiz kadarıyla müziğin çağımıza eleştirel bir bakış da getiriyor. Paradise Lost albümünde buna tanık olduk. Muhtemel bir nükleer savaş sonrası dünyayı anlatmıştın bu albümde. Albüm için çektiğin film ya da konunun dışında sence müziğinin doğrudan kendisinin etkisi var mıdır dinleyici üzerinde? Yani müzik dinleyicinin zihnindeki kodları etkileme gücüne de sahip midir?

İ.B : Küçükken kulaklıklarım ile walkman dinlediğim dönemi hatırlıyorum, Vangelis’in müziği ile yeni tanıştığım bir dönem. Kasetin tamamı enstrumental müzikti, hiç söz yoktu! Az da olsa klasik müzik ile tanışmışlığımın dışında, müzik benim için radyoda duyduklarımdan ibaretti. Tanımlamakta güçlük çektiğim bu yeni müzik beni gerçekten büyülemişti. Parçaların isimlerini dahi anlayamadığım için dinledikce zihnimde her parça için ayrı bir senaryo yarattığımı hatırlıyorum, her dinleyişte aynı kalan bir senaryo. Daha sonra aynı kaseti Lego oynarken ‘soundtrack’ niteliğinde arka fonda kullanmaya başladım, tıpkı bir dizi filminin jenerik müziği gibi. Vangelis veya Lego yok belki hayatımda artık, ama bunlar pek de değişen şeyler değil, yankıları farklı formlarda şimdiki müziğimde hissedilebilir. Paradise Lost albümü piyasaya çıkmadan önce yakın çevrem ile paylaşmıştım. Albümün, onları kendi çocukluklarına götürdüğünü ve duygusal yönden çok etkilendiklerini söylediler. Herhangi bir yönlendirmem olmadan konunun özü yani çocukluk temasını bu kadar net bir şekilde onlara ulaştığını görmekten ne kadar mutlu olmuştum anlatamam. O noktada proje benim için bitmişti, herhangi bir sebepten ötürü piyasaya çıkmasa veya çıkıp da ciddi bir dinleyici miktarına ulaşmasa bile bu duygu bana yeterdi. Bu deneyimi yaşamasaydım büyük bir olasılıkla bu soruya hayır cevabı verirdim.

Y.A :  Müzik ya da şiirle, felsefecilerin ya da roman yazarlarının binlerce sözle yapmaya çalıştığı etkiyi çok daha dolaysız yapabiliyor besteci bazen. Sence müzik dile bir başkaldırı mı? Ya da onun tamamlayıcısı gibi bir şey mi? Müzikle sessizlik arasında bir ilişki olduğunu düşünür müsün?

İ.B : Bence bir başkaldırı değildir. Müzik de ayrı bir lisandır sonuçta. Kimi zaman çok yalın, kimi zaman ise çok karmaşık veya soyut olabilen bir ifade biçimidir. Müzik ve sessizlik arasında doğrudan bir ilişki vardır. Kavramsal sanatcı John Cage, 4’33’’ adlı eseri ile bize (4 dakika 33 saniye süren sessizlik) sessizlik diye birşeyin olmadığını gösterdi. Müzikteki sessizliği görsel sanat dallarında kullanılan ‘negatif alan’ olarak düşün. Çeşitli uzunluklarda nota değerleri vardır, bu değerlere tekabül eden de sus değerleri vardır, yani sessizlik. Konuşmada olduğu gibi müzikte de duraksamalar, nefes alma, nokta, vürgül gibi duraksamalar vardır. Ses ve sessizlik birbirinin tamamlayıcısıdır. Birbirinden ayrı düşünülemez – tabii John Cage değilsen!

Y.A :  Çok merak ettiğim bir konuda bestecinin hayal gücünün sonsuzluğuna enstrümanların, teknik imkanların yeterli gelip gelmediği konusu. Yani besteleyebileceğinden daha farklı melodik yapılar, armoniler hayal eder misin? Yoksa elindeki imkanlara göre mi hayal kurarsın daha en başta?

İ.B : Bestecilere merak duyuyorum dedin, 20. Yüzyılın en önemli bestecilerinden alıntı yapayım öyleyse. Igor Stravinsky bu konu ile ilgili ‘Kendimi ne kadar kısıtlarsam, o kadar özgür hissediyorum’ demişti. Ligeti’nin sadece La notasını kullandığı bir piyano eseri var. Düşünsene, sadece La! Bu nasıl bir kısıtlamadır? İşin aslı besteciler kısıtlamaları sever. Boş bir nota kağıdı çok korkunç bir şeydir. Koca bir okyanusta yapayalnız hissedersin, olasılıklar sınırsızdır. 20. Yüzyıl ortalarında, savaş sonrası patlak veren modernizm, ve sanatta çeşit türlü avant-gard yaklaşımlardan önce, müzik yapmak tamamen belli bir sisteme bağlıydı, en azından klasik bati müziğinin temellerini benimseyen ülkelerde bu böyleydi. Bu sistem sana hangi akorları, hangi armonileri hangi şekilde kullanırsan ‘doğru’ veya kabul edilebilir bir müzik yapabileceğini gösteriyordu. Buna bir çeşit dönemin getirdiği estetik anlayışı da denebilir. Aslında bu da bir çeşit kısıtlamadır. Daha da temeline inersek, batı müziği bir oktavı (örneğin Do notasından bir sonraki Do notasına olan aralık) 12 notaya böler. Halbuki fizik bize bir oktavı yüzlerce, belki daha fazla parçaya bölebileceğimizi gösteriyor – anlamlı bir sonuç çıkmasa bile teorik olarak mümkün. Görüldüğü gibi daha en baştan, yani mevcut olan notalarda bile belirli bir kısıtlama var. 20. Yüzyıl ortalarında gelişen kayıt, tape ve elektronik ses yaratabilen cihazlardan önce bestecilerin hayal gücü akustik enstrumanların yaratacağı tınılarla sınırlıydı. Bunu ressamın renk paletine benzetebiliriz. Günümüzde ise çok farklı bir durum söz konusu. Bilgisayarlar ve yazılımlar sayesinde hayal bile edemeyeceğimiz çeşitlilikte ses paletimiz var. İşte bu da çok korkutucu bir durumdur aslında! Bestecinin kendisine belirleyeceği sınırlar bu noktada devreye girer. Ben bir zamanlar sadece fiziksel aletlerlel, kendi seçip belirlediğim synthesizerlerle kendimi kısıtlamaya çalıştım. Diğer bir değişle kendi renk paletimi belirledim. Hatırlarsın, Bob Ross diye bir ressam vardı 90’lı yıllarda televizyonda. Paletine üç-beş renk koyar ve onlara sadık kalarak bir resmi tamamlardı.

Y.A :  Biraz da müzik tüketicisinden bahsedelim. Müzik tüketimi nereye gidiyor sence? Kitlelerin dinlediği müzikten bahsederim. Yani nasıl bir evrim var sana göre müzikte?

İ.B : Müzik tüketiminden bahsetmeden önce üretimin nereye gittiğine bir değinmemiz gerekiyor. Günümüzde müzik üretip internet üzerinden kitlelere ulaştırmanın çok kolay bir hal aldığı bir gerçek. Bir apple bilgisayar satın alıyorsun ve içerisinde müzik üretmene yetecek donanımda bir yazılım ile birlikte geliyor. Bu durumun başladığı nokta 90lı yıllarda ‘Bedroom producer’ yani yatak odası prodüktörü diye yeni bir terim ortaya çıkarmıştı. Bilgisayarlar daha da hızlanıyor ve aynı zamanda ucuzluyor. Yeni müzik yazılımları çıkıyor. Pahalı stüdyolara gerek kalmadan kendi evinde kendi müziğini yapabilme çağı doğuyor. Herkesin kolaylıkla ulaşabileceği bu güç beraberinde ses kirliliğini de getirdi tabii. Bu muazzam ses kirliliğinin arasından büyük bir itina ile seçilmiş parçaları yorumlayan ve bir tür kuratörlük yapan müzik blogları ortaya çıktı. Soundcloud’u bir açıp altkültürün gücüne tanık ol. İsmini bile duymadığımız, sadece internet üzerinde bulunan Vaporwave gibi tuhaf, ama iyi anlamda, müzik türleri var. Youtube’da en son Simpsonwave diye bir türe denk geldiğimde işin çığrından çıktığı kanısına vardım. Bu bahsettiğim türler interneti kasıp kavuran ‘meme’ kültürünün bir sonucu. Yani son kullanma tarihleri var. Her yıl adeta yenisi çıkıyor, synthwave, outrun, darkwave, newretrowave… Sonuna -wave ekle, hashtag yazarcasına yeni bir tür yarat. Tüketime dönecek olursak, gittiği yer tek kelime ile: Ürkütücü. Herşeyin çok hızlı ilerlediği ve değiştiği bir dönemde yaşıyoruz. Teknolojiyi ve değişen dünyayı daha iyi takip edebilmek adına yılın başında WIRED dergisine abone olmuştum. Aradan bir yıl geçti ve anladım ki takip edebilmem, ve daha da önemilisi anlam verebilmem mümkün değil! Telefonlarımız bir yılda eskiyor, daha doğrusu eskidiğini düşünmemizi istiyorlar. Bilgisayarlarımız daima teknolojinin birkaç adım gerisinde… Gelişim diye nitelendirdiğimiz teknolojinin temel besin kaynaği tüketim. Müzik için benzer seyler söyleyebilirim. Müzik piyasası tamamen tüketime yönelmiş bir form aldı, ki daha önce öyle değilmiydi diyeceksin. Hatırlarsan 90lı yıllarda müzik paylaşım yazılımları büyük plak şirketlerinin epeyce canını yakmıştı. Sonuçta herkesin müzik paylaşabileceği bedava bir sistem vardı ortada ve şirketler buna karşı koyamıyordu. Büyük davalar açıldı, davalar kazanıldı, toz duman dindikten sonra müzik şirketleri dinleyicinin değişen müzik dinleme alışkanlıklarına kulak vermekte çok geç kaldı. Şu anda büyük şirketler kontrolü geri ellerinde tutmaya başladılar gibi görünüyor. Nasıl mı? İlgi odağı kısıtlı bir jenerasyona çalışarak. Albüm yapmak bu dönemde çok demode. Derin bir konuya mı değinmek istiyorsun? Ha yetmedi konuyu yazı yazarak anlatacaksın ve bu yazı 300 kelimeden fazla olacak? -iyimser bir rakam bile olmuş olabilir bu- Bunlarla da kalmadın dinleyiciden konstantre olmasını talep edeceksin! Bu ne cürret, Sana bu çağda yer yok.

Y.A :  Bu sıralar üzerinde çalıştığın yeni bir projen var mı?

İ.B : Londra’da doktora yapmaktayım. Şu anda son yılındayım ve tezimi yazıyorum. Diğer yandan iki farklı tiyatro oyununa müzik yazmak için teklif aldım, birtanesi bitmek üzere. Daha önce kısa filmler veya sergi için müzik yapmıştım ama tiyatro benim için bir ilk olacak. Bir de henüz yapım aşamasında olan bir kısa film projesi var. Fakat beni en çok heyecanlandıran proje kuşkusuz bir sonraki albümüm. Elimde birikmiş belki de üç albümlük materyal var ve bunlar üzerinde uğraşmak için sabırsızlanıyorum.

 

Dergiler Haberleri