Yürürken paçalarına basıyor, savruk adımlarına denge kuramıyor, parmak uçlarını yapıştırıp selam duramıyordu.
Her sabah buz kesen havada bizim yüzümüzde gezinirken soğuk bir jilet, gözlerimizin içerisine bakarak sıcacık gülüyordu kahkahayla.
Sakalı yoktu, mutluydu.
Niye askere almışlardı, bilmiyorum.
Ne ‘uygun adım’ işlerdi beynine,
ne de becerebilirdi gez-göz-arpacığı...
Silah almadı eline, mutluydu.
***
Yeni bir gün doğumuydu, yüzümüzü küfürle yıkadığımız...
Gece nöbetinden siniri bozuk uyanan ve ‘gücünü’ omzundaki yarım rütbeden alan yaratık, çocuğun karşısına dikildi!..
Sigara paketini fırlattı...
‘Sürün’ dedi...
“Sürünerek bana paketi getir...”
Çocuğun tek öğrenebildiği sanırım, eğer bir ‘emir’ varsa, karşı gelmemek gerektiğiydi.
Süründü...
Paketi aldı eline...
Ayağa kalktı...
“Getirirken de sürün” dedi, gariban bir çocuğun üzerinden güç gösterisi yapan zavallı...
Süründü çocuk...
Çamura bulandı incecik bilekleri...
Paketi verdi.
Gözünden süzülen yaşı gördüm.
Gülmüyordu ilk kez, mutsuzdu.
***
Omzundaki çizgiye güvenen zavallı iyice şişirdiği egosuyla sesini zoraki kalınlaştırarak hepimize bağırdı:
“Sıraya geçiniz lan...”
Yanına yürüdüm...
Tam karşısına...
Kendi duyacağı kadar bir fısıldamayla, ilk defa birine, “seni öldürürüm” dedim.
***
Seneler sonra yine buluştuk, incecik bilekli, o çocukla...
Yüzünde sakalları vardı, soğuk bir jiletin gezinmediği...
Yine paçalarına basıyordu.
Ve yasemin vardı, incecik bileklerine yakışan..
Bu sene, ‘ölüm’ haberi geldi.
Oysa bu hayat en fazla da böylesi saf, tertemiz, çıkarsız insanları sevmeliydi.
***
O gün şunu öğrendim.
Eğer bir ‘emir’ varsa, ‘direnmek’ de olmalıydı mutlaka...
Güzel çocuk, yitirdiğimiz onca değerin ardından, bu sene sana adanmış olsun.
Yaseminlerin tütüyor hâlâ...