Kendi hak ve çıkarları nedeniyle, Kıbrıs sorunu bağlamında Kıbrıslı Türkler ile Türkiye birbirine muhtaçtır ve stratejik bir ittifak içindedir. Ana-Yavru söylemi bu stratejik ittifakı perdelemek için kullanılmaktadır. Taraflar da biliyorlar ki Türkiye’nin hem askeri güvenliği hem de Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynaklarından hak iddia ettiği payı alabilmesi Kıbrıslı Türklerin adadaki sosyal, siyasal ve ekonomik varlığı ile olasıdır.
Yani, adadaki varlıkları ve uluslararası siyasi statüleri nedeniyle Türkiye ile olan ittifakta güç Kıbrıslı Türklerdedir. Adada nüfus olarak Rumlardan az olmaları nedeniyle de Kıbrıslı Türklerin Rumlar karşısında güvenlik sorunu vardır ve bu sorunu da “garantör ülke” statüsü ile Türkiye gidermektedir. Dolayısıyla, kaçarı yok, taraflar birbirine bağımlıdır; hatırlatmakta da beis yok, güçlü taraf Kıbrıslı Türklerdir… Marifet, tarafların birbirine üstünlük tavrına ve uygulamasına girmeden Kıbrıs sorunu çözümünü iki eşit tarafın karşılıklı dayanışması içinde kendi vizyonlarına yönelik çözebilmektir.
Ankara Hükümeti son dönemde bu dengeyi dikkate almak ihtiyacını terk ederek Kuzey Kıbrıs halkının sosyal, ekonomik ve siyasal konularına duhul ve müdahil olmuş, kendi üstünlüğünü kurumlaştıracak projelerini uygulamaya başlamıştır. Yaptıklarını bir-bir burada yazmaya köşe yazısının alanı yetmez, zaten her bir KKTC yurttaşı da neler yapıldığının farkındadır, bilmektedir. Ve bu yapılanlar her iki tarafa da zarar vermektedir. Ana-Yavru terimlerinden bakılacak olursa, ananın hoyrat baskıları yavruyu bunaltmış, anasından soğutmuş durumdadır… Bunu sömürgeci İngilizler ve hâkimiyetçi Rumlar dahi başaramamıştır.
Ankara hükümetinin KKTC’de görevlendirdiği Cumhurbaşkanı Tatar ve Başbakan Üstel Kıbrıslı Türklerin yoğun tepkisini çekmekte ve onların bu görevlerde olmalarının müsebbibi olduğu için de Ankara Hükümetini eleştirmekte, Türkiye’ye de soğukluk duymaktadır. 1950’lerden beri süregelen Kıbrıs sorunu sürecinde Kıbrıslı Türkler Türkiye’den bu denli soğutulmamış, ‘Ana’sını ret ve inkâr edecek duruma getirilmemişti…
Bu hafta içinde de Ankara’dan gönderilen KKTC Müftüsünün yaptıkları ve söyledikleri Kıbrıslı Türklerin sabrını iyicene zorlamaktadır. Kıbrıs Türk kimliğini değişme girişimleri ne İngiliz ne de Rum tarafından başarılamadı; Ankara hükümeti tarafından da başarılamayacak… Ve öyle anlaşılıyor ki Ankara Hükümeti Kıbrıs’a yerleşmiş olan kendi yurttaşlarının Kıbrıslı Türklerden etkileşim sonucu Kıbrıslı Türk kimliğine intibakından korkuyor. Bunu önlemek amacıyla da onların “Türkiyeli Sünni kimliği”nin koruma gayretleri içine girerek onlara özel ekonomik, siyasi ve kültürel projeler uyguluyor. Bu da elbette Kıbrıslı Türklerin dikkatini çekmekte ve Türkiye’ye soğukluğunu artırmaktadır.
Örneğin, Ankara’da görevlendirilen KKTC Müftüsünün Kıbrıslı Türklerin çağdışı bulduğu ve hiç benimsemediği ve hiç de benimsemeyeceği bir yaşam biçimini Kuzey Kıbrıs’ta yaymak girişimi elbette Kıbrıslı Türklerin yoğun tepkisine maruz kalacaktı, öyle de oldu. Bu tepki aslında bir müftüde odaklanmıyor, onun ait olduğu ülkeye de yöneliyor, onu KKTC’ye gönderen Ankara hükümetine de yöneliyor ve onların KKTC’deki işbirlikçilerine de yöneliyor. KKTC-TC ilişkilerinin bu denli soğutulmuş olması da dayanışma ruhunun körelmesine, Kıbrıs sorunu bağlamında karşı taraf olan unsurların siyasetlerini ilerletmelerini kolaylaştırıyor.
Ne yapılmalı?! Taraflar birbirlerine bağımlılığını içselleştirerek, üstünlük taslama hevesini terk ederek, katışıksız dayanışma disiplini içine girmeli… Bu dayanışma ana-yavru deyimi ile değil, siyasi eşit iki halkın hak ve çıkarlarının elde edilmesi için stratejik ortaklaşma ile yapılandırılmalı… Bunu zedeleyecek uygulamalar, girişimler, söylemler terk edilmeli… Bunu başarmak öncelikle Ankara Hükümeti’ne düşer; hem KKTC’ye dönük sosyal, ekonomik ve siyasi konularda tarzını ve projelerini değişecek hem de KKTC’de biatçı muhatap yaratmaktan vaz geçecek… Olur mu?! Olabilir… Olmazsa?! Zararı sahibine…