Geçit noktaları henüz açılmamıştı. 1974 sonrasında ailesi ile birlikte Kıbrıs’ın güneyde yaşamını sürdüren ve orada büyüyen bir Kıbrıslı Türk’ten bir hikaye dinlemiştim. Kıbrıslı Rum bir kıza aşık olan genç adam, kimliğini saklamaya karar verdi ve sevgilisine Kıbrıslı Türk olduğunu söylemedi. Sevgilisi, Kıbrıslı Türk olduğunu öğrenirse kendisini terk edeceğinden korktuğu için böyle bir yola baş vurdu. Uzunca bir süre birlikte çıkan genç sevgililer, bir akşam Kıbrıs Rum polisinin kimlik kontrolüne takıldılar. Genç adam, çaresiz, kimliğini ve sürüş ehliyetini göstermek zorunda kaldı. Polisin evraklara bakıp, “geçin” demesi son umuduydu ama öyle olmadı. Polis “Türk müsün?” diye sorunca, utanç içinde başını salladı. Genç adam, sevgilisine “yalan” söylediği ortaya çıktığı için utanç içinde kızarıp bozarırken, Kıbrıslı Rum sevgilisi “Türk ha…” diye bağırarak çekip gitti.
Bu hikaye bana Jean Paul Sartre’ın antisimitizm üzerine yazdıklarını hatırlattı. Sartre, “Yahudi Sorunu Üzerine Gözlemler” başlıklı makalesinde, Fransa’da Yahudilere karşı duyulan nefreti anlatırken, bazı erkeklerin sevgililerinin Yahudi olduğunu öğrenince ereksiyon sorunu yaşamaya başladıklarını, oysa kadınların Yahudi olduğunu bilmeden önce o kadınlara aşık olabildiklerini yazar. Bundan da şu sonucu çıkarır: Yahudilere karşı duyulan iğrenme duygusu “organik” değil. Öyle olsaydı Yahudi olduğunu bilmeden önce aşık oldukları kadınlardan rahatsızlık duymaları gerekirdi. Oysa Yahudi olduğunu öğrendikten sonra fiziksel bir rahatsızlık duyuyorlar. Sartre’a göre, bu iğrenme hali histeri gibi, ruhtan/akıldan girip vücuda kök salacak kadar güçlü bir duygudur ve Yahudilerle yaşanan somut deneyimlerle hiçbir ilgisi yoktur. Tam tersine, somut deneyimleri “çarpıtan” bir olgudur. Yani, Yahudi düşmanlığı Yahudilerle yaşanan somut deneyimlerden türemez. Seçilmiş bir tavırdır, bir tür tercihtir. Bu bağlamda kullanılan “tarihsel” argümanların tarihle bir ilgisi yoktur. Sartre bu noktada “Yahudilere dair üretilen fikirler tarihi belirler, tarihsel olaylar bu fikirleri değil” diyor. Kısacası, Yahudi düşmanı kafasındaki “Yahudi” resmini kendisi çizer. Bunun somut Yahudilerle bir ilgisi yoktur.
Sartre’dan çok daha önce, Alman filozof Johann Gottlieb Fichte, yabancıya karşı takındığımız önyargılı tutumun zihniyetimizden kaynaklandığını yazdı. Fichte’ye göre, yabancı ile karşılaşma kendiliğinden olumsuz tepkilere yol açmaz. Çünkü karşılaştığımız kimse bizim gibi bir insandır, insan türündendir ve insan insanını yüzüne bakınca düşmanlık besleyemez. Eğer içimizde olumsuz duygular ve ötekileştirici eğilimler oluşuyorsa, yabancıyı bir tehdit olarak algılıyorsak veya küçümsüyorsak, bu kafamızda dolaştırdığımız önyargıların bir sonucudur.
Marks, Fichte’den bir adım daha ileri ye giderek “öteki” olmadan kendimizin olamayacağını söyler: “İnsan dünyaya bir aynayla ya da ‘ben benim’ demekle yetinen Fichteci bir filozof olarak gelmediğine göre, kendini önce başka insanda görür ve tanır. Peter insan olarak kendi kimliğini ancak, önce kendini aynı türden bir varlık olarak Paul’le kıyaslayarak yerleştirir. Ve Paul böylece, sırf kendi Paul kişiliği içinde dururken, Peter için insan türünün örnek-tipi haline gelir.”
Gerçekten de ister bireysel kimliğimiz, isterse kolektif kimliğimiz olsun, kimliklerin oluşumu özneler-arası etkileşim süreçlerinde şekillenir. Bir başına bir adımız ve bir yüzümüz yoktur. Bize seslenecek, ayırt edici özelliklerimizi fark ettirecek biri yoksa, biz de yokuz.
Bu varoluşsal gerçeklik, yani, öteki ile ilişki içinde var olama gerçekliği, aynı zamanda ürkütücü bir gerçekliktir. Çünkü öteki tarafından ele geçirilme kaygısı yolumuz gözler. Jean Paul Sartre gibi söylersek, başkasının bakışına maruz kalmanın yabancı bir dünyada insanı bir gölge gibi izleyen bir bakışa mıhlanıp kalmak, o bakışı içselleştirmek anlamına gelir. Kendimi görürüm çünkü biri beni görüyordur. Sırrımı ele geçirmiş, beni düşman bir dünyanın orta yerinde savunmasız, incinebilir, çırılçıplak bırakmıştır…
Yazının başındaki hikayeye geri dönersek. Milliyetçilik, “öteki” ile etkileşimin ve diyalogun önünü keser. Bu da kafamızda “ötekine” karşı türlü önyargıların büyümesine yol açar. Artık “ötekine” karşı müthiş bir korku ve kaygıyla bakıyoruz. Fakat bu aynı zamanda kendimiz olma, kendimizi tanıma imkanını da kaybetmemiz demektir. Sevgilisinin Kıbrıslı Türk olduğunu öğrenince çekip giden Kıbrıslı Rum kadın, aslında ne nasıl bir “Kıbrıslı Rum” ne de nasıl bir “kadın” olduğunu büyük bir ihtimalle asla öğrenmeyecek. Çünkü aynası olan Kıbrıslı Türk’e bakmaktan korkmuştur...