İnsan Hayata Doğar, Ölüme Doğru Yaşar..

Hakkı Yücel

 

 

Şimdilerde 73 yaşında olan Amerikalı yazar Paul Auster (Doğum Tarihi: 1947) , bir anı kitabı olan “Kış Günlüğü”nü (Can Yayınları, 2012) hangi saiklerle yazdığını açıklarken şunları söylüyordu: “Ne de olsa zaman azalıyor. Belki de şimdilik hikâyeleri bırakıp hayatının anımsadığın ilk gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye çalışsan iyi olur.” Bu satırları yazarken ünlü yazar artık altmış dört yaşındadır, her ne kadar günümüzde ortalama insan ömrü uzamış olsa da şimdiden öteye o mutlak sona doğru atılacak adımların sayısının giderek azalacağı da aşikârdır. Burada çok daha fazla kıymete bineceğinden zaman, (öyle ya hayatta hiçbir şey zamandan daha kıymetli değildir; tükenmekte olan zaman ise olduğundan çok daha değerlidir) bundan sonra yaşanacak olan her gün her dönemdekinden çok daha değerli olan ”hayatın geri kalan bölümünün ilk günü”-(son günü de olabilir kuşkusuz. hy-) olacaktır. Bu yüzden midir, kendisiyle bir hesaplaşma/yüzleşme dürtüsü uyandırır bu gerçekle karşı karşıya kalmak insanda. Nitekim Auster de o dönemde böylesi bir ruh halini yaşamaktadır; sonra bu ruh hali duygu ve düşünce olarak satırlara dökülecek ve ortaya su gibi akıp giden ve bir solukta okunan adı geçen kitap çıkacaktır. Bir yaşam öyküsünden çok daha fazlası olan ‘Kış Günlüğü’nün son satırları ise o ‘mutlak son’un hüzne bulanmış ağırlığını taşımaktadır: “Yataktan kalkıp pencereye giderken soğuk yer döşemesine çıplak ayaklarınla basıyorsun. Altmış dört yaşındasın. Dışarda hava gri, neredeyse beyaz, görünürde güneş yok. Kendine soruyorsun: Daha kaç sabah kaldı? Bir kapı kapandı. Bir başka kapı açıldı. Hayatının kışına girdin.”

Neden kış? Kış mevsimi ölümü mü anımsatmaktadır yoksa ölüm kendini en çok kış mevsimi ile mi anımsatmaktadır Auster’e?  Hangisi olursa olsun “hayatının kışına” girdiğini söylerken o, kendi ölümüne, o kaçınılmaz mutlak sona göndermede bulunmaktadır. Tesadüf değil, kış mevsimi ile ölüm arasındaki bu özdeşlik ilişkisini başka yazar/şair/düşünürlerde de görmek mümkün. Örneğin şair Hilmi Yavuz “Kar Düşünceleri” yazısında, kışın alamet-i farikası olan ‘kar’dan hareketle “Yalnızlığı ölümle buluşturur kar. Kar ölümdür.” diye yazar. Sosyolog/düşünür Baudrillard ise, “hayatının geri kalan bölümünün ilk günü” diyerek Ekim 1980’den (burada ölüm, kışın ayak seslerinin duyulmaya başladığı Sonbahar mevsiminde kendini hatırlatmaktadır) yola çıkarak kaleme aldığı “Siyah ‘An’lar” (Ayrıntı Yayınları) başlıklı, insanın suratına bir tokat gibi çarpan çalışmasına, daha ilk adımda, neden “Ölüm de kendi yokluğuyla parıldıyor” notunu düşmektedir? Kim bilir, belki de çabuk tükenen günlerin mevsimi olması kışın; aydınlığın handiyse ayırdına varmaya fırsat bulamadan karanlığa bırakıvermesi yerini gündüzün, imge olarak ölümün resmedilmesi gibidir ve hakikat olarak kendini çok daha yoğun hissettirmesi böyle zamanlarda, onun çok katmanlı imgesel çağrışımları yüzdendir. Yalan mıdır; o başlamasıyla bitmesi bir, “Bugün sanki hiç yaşamadım” diyecek hızda yaşanıp tükenen kış günleri, hele yaş da ilerlemeye yüz tutmuşsa, hayatın ölüme doğru hızla tükeniyor olduğu algısı ve hüznü yaratmıyor mu içimizde? O zamanlarda daha çok iç mekânlara mahkûmdur hayat, zorunlu bir yalnızlık -ya da tenhalık- hüküm sürmektedir etrafta ve bu yüzden kendi kendiyle daha çok baş başa kalmakta, daha çok kendi iç sesini dinlemektedir insan. Şimdiden sonra “acaba daha kaç sabah kaldı” geriye sorusunu da işte en çok kışın duyulan o iç ses fısıldıyordur kulaklara..

Aslında mevsim bir bahane, çünkü insan bütün mevsimlerde hayata doğar ve bütün mevsimlerde ölüme doğru yaşar. Ölüm, yaşam kadar her an ve her yerdedir. İkisi arasındaki dramatik fark ise yaşam dirimselliği ifade eden bir süreklilik hali iken, ölümün mutlak bir ‘son’ olmasıdır. İşin gerçeği şu: Sınırlı ömrüyle sınırsız hayalleri arasında sıkışıp kalmıştır insanoğlu ve göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede, arkasında çoğalarak uzayan bir geçmiş ve önünde giderek kısalan bir geleceğin ortasında çırpınıp dururken bulmaktadır kendini. Sonra öyle bir an gelir -en çok hayatta yapmak istedikleri ile elan yapmakta olduğu şeyler arasındaki karşıtlığın dayanılmaz yük halini aldığı, ‘varoluşsal suçluluk/pişmanlık’ olarak da nitelendirilebilecek bir anlam sorunun açığa çıktığı andır bu insan için-, orada bellek çözülür ve bir hesaplaşma/yüzleşme/içdökümü süreci yaşanır. İmkânlar çokluğu olduğu kadar eksiklikler çokluğundan da ibaret olan hayat, kare kare geçer insanın gözleri önünden. Yapılabildiklerin mutluluğu (ne büyük hazdır o) çoğu zaman yapmak istenip de yapılamayanların pişmanlığı ve azabı (nasıl bir cehennem azabıdır o) altında ezilir. Orada artık hiçbir şeyin gizlenemeyeceği, her şeyin açığa çıkacağı dupduru çıplaklığıyla görmektedir kendini insan. Öyledir, çünkü ölümün (ölüm gerçeğinin ya da) kendisinden kaçılamayacağı hayaleti her zamankinden daha çok üzerinde gezinmektedir; kaçamamak bir yana bu mutlak gerçek karşısında belleğin seçici davranmak gibi bir gücü de kalmamıştır. Bir başka ifadeyle baskılanan bilinçaltı orada çözülecek, deyim yerindeyse insan kendinden özgürleşecek, sırlar ortaya dökülecektir. Nitekim Auster de Kış Günlüği’ünde, artık yaşının ilerlemiş/ kemale ermiş olduğu inancından hareketle kendisiyle bir hesaplaşma içine girer; nihayetinde o bir romancıdır, bunları yazıya döker. Anlattığı belki önce kendi hikâyesidir ama son kertede bu ‘insan’ın hikâyesidir.

İnsanın hikâyesi olduğu içindir ki onu okurken sen de sanki kendi hikâyeni okur gibi oluyorsun. Belki farklı zaman ve mekânlar söz konusudur Auster’le aranızda (o uzakta, kış mevsiminden ve çağrışımlarından söz ediyordu, şimdilerde sen buralarda yazın göbeğinde, günlerin en uzun vaktinde ve sıcağın ortasındasın), ama işte sen de yeni bir yaş daha alarak altmışlarının sonlarına doğru yelken açıyor ve “acaba daha kaç sabah kaldı geriye” sorusuyla baş başa kalıyorsun. İnsan ölümlü bir varlık, üstelik ölümlü olduğunun bilincinde olan tek varlık. Bu onun trajedisi olduğu kadar (sınırlı bir hayata sahip olmakla aynı anda sınırsız hayallere sahip olmak trajik bir durum değil mi) yıllarla sınırlı yaşamını anlamlı bir hayata çevirebiliyor olmasının da sebebi. Montaigne’nin, Sokrates’in ölüm cezasına çarptırılmasından hareketle, aslında Platon’a kadar uzanan bir felsefe geleneğine bağlı olarak ve de Cicero’dan mülhem “Felsefe yapmak ölümü öğrenmektir” veciz cümlesi de bir bakıma bu gerçeği ifade etmektedir. (Bu arada felsefeci Ahmet İnam, ‘yaşam’la ‘hayat’ı birbirinden, yaşamı yıllardan ibaret geçirilen süre, hayatı ise o süreyi anlamlı kılmak olarak tarif etmek suretiyle ayırt ederken, ölüm burada da belirleyici temel öğelerden biri olarak öne çıkmaktadır.)

İşte şimdi sen de bir yıl daha yaşlanırken -artık altmış sekiz yaşındasın, sen de “hayatının kışına girdin”- kendinle baş başasın. Yaptıkların, yapamadıkların, pişmanlıkların, hayallerin, inançların, düşüncelerin zamanın boy aynasında karşında duruyor. Zamanın kendinde sonsuz, senin varlığında sonlu olduğunu ve hiçbir şeyin zaman kadar değerli olmadığını biliyorsun. Bundan sonra yaşayacağın her günün hayatının ilk günü olacak kadar heyecan, son günü olacak kadar da hesap verici olacağının farkındasın. Ve bu yüzden, yaşayacağın her yeni günü kendini yeniden yaratmanın, ona anlam ve değer katmanın heyecanı ve yaşayacağın son gün olabileceğini bilerek/düşünerek, hesabını huzur içinde verebileceğin sorumluluk duygusuyla tamamlamak istiyorsun..

İnsan hayata doğar, ölüme doğru yaşar.