Hepimiz 7 Ekim sabahı Hamas’ın roket saldırıları ile başlayan ve İsrail Başbakanı Netanyahu’nun “Sevgili İsrail vatandaşları, savaştayız” açıklamasıyla tam anlamıyla bir savaşa dönüşen ortadoğu sahnesini izlemekteyiz günlerdir.
Biz Kıbrıslılar, malesef, hep daha yakından izleriz silahlı çatışmaları ve savaşları. Hele hele “bizimkine” benzer bir geçmişi varsa, gözümüz kulağımız hep oradadır. Bizim sorunumuzun neresinde durduğumuza göre pozisyon alırız. Kimimiz işgalcisine karşı direnen halkı destekler, kimimiz terör saldırısına uğrayan devleti destekler. Kimimiz dini-etnik çizgiler üzerinde konuşlandırırız kendimizi, hangisi bize uygun ötekiyse ona karşı dururuz. Aslında bu çizgilerin, ne kadar bulanık olduğunu ve kalemi elinde tutanlar tarafından çizildiğini fark etmeyiz bile.
Taraf tutma penceresinden yaklaştığımız konularda, klasik sorulardan bir tanesi de “kim başlattı?” sorusudur. Sanki başlayan bir çatışmayı sürdürmek, başlatanın kat be kat üzerinde şiddet kullanmak en az başlatmak kadar kötü değilmiş gibi. Maalesef zihinlerimiz o kadar kodlanmıştır ki ikili ve karşıtlı düşünmeye, sormadan edemeyiz. Peki, tamam. Soralım o vakit: İsrail-Filistin savaşını kim başlattı? Şu an sürmekte olan sıcak savaşı mı soruyoruz? Yoksa yüzyıllara yayılmış bir küresel güç paylaşımını mı soruyoruz?
7 Ekim sabahı olan saldırıyı Gazze’de yönetim erkini de elinde tutan silahlı örgüt Hamas gerçekleştirdi. Bu durumda şimdi korku ve hüzün içinde izlediğimiz savaşı Hamas mı başlattı? Hamas kimdir ya da nedir? Ya da daha da önemlisi, ulus devletler düzeninde şiddet kullanma tekeli devletlere bahşedilmişken, devlet olmayan bu örgütlenme silah ve askeri mühimmata nasıl ulaşmıştır, ulaşmaktadır? Buradan da bakınca, Hamas’a silah sağlayanlar başlattı bu savaşı diyebilir miyiz? Yeraltı silah tacirleri mi en büyük sorumlusu bu yaşananların? Yoksa, yurt bildikleri topraklarda yaşamları zulüm altında, daracık bir bölgeye sıkışmış insanların artık canlarına tak edip de silahlı terör örgütlerinden medet ummalarına sebep olanlar mı başlattı bu savaşı? Peki ya yüzyıllar boyunca Avrupalı imparatorluklar ve onlardan koparak yaratılan ulus devletçikler tarafından zulme uğrayanların, zulümden kaçarak sığındıkları topraklarda zulmetmesine ne demeli? Ya da ilk saldırıya karşılık zaten yaşam şartları oldukça zor olan bir bölgeyi abluka altına alan, insani yardım ve yiyeceğin dahi geçmesine izin vermeyen devleti ne yapacağız? Tarafımızı seçmekte oldukça zorlanıyoruz.
Benim 7 Ekim sabahından beri etrafımdan, sıradan insanlardan, siyasi analistlerden ya da siyasetçilerden gördüğüm bu. Herkes bir taraf seçme peşinde ve bu tabloda taraf seçmek çok zor. Aslında yüzyıllardır, tüm dünya düzeninin üzerine kurulduğu milliyetçilik ve ulus devletçilik sayesinde bir yere ait olma, bir grubun parçası olma gerekliliği o kadar içimize işlemiş ki, tarafsız kalmayı, milliyet, ya da din gibi yapay kategorilerdense insandan yana taraf olmayı hayal bile edemiyoruz. Korkuyoruz! Çünkü taraf olmayan arada kalır, ezilir – en azından bize öyle öğretmişlerdi. Ama en kötüsü yanlış tarafta olmaktır, zira ya kaybedenden taraf olursak? Kırılgan egolarımız zarar görürse?
Halbuki korkmamız gereken bu olmamalı. Korkmamız gereken insanlığı kaybetmek olmalı. İnsan olmakla birlikte gelen değerlerimizi kaybetmek: eşitliği, barışı, insanca yaşama hakkını... Ben bir Kıbrıslı olarak bu savaşla ilgili en çok neyden korkarım bilir misiniz? Barışı kurmanın zorluğunu hatırlamaktan, barışın peşinde dört nala koşarken ve hala varılacak nokta uzaktayken, savaşın bu kadar yakın ve kolay olmasından korkarım. Barış özlemi çeken tüm Kıbrıslılar gibi, “İsrail-Filistin bile çözülemedi, Kıbrıs mı çözülecek?” denmesinden korkarım. Bu ikili sistemin bir tarafını seçememekten değil, insandan yana taraf olamamaktan korkarım. Umarım ki, en kısa sürede bu savaşın galibi insanlık olsun, bombalar sussun ve insanlar konuşsun.