Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com
İnsanın sonlu bir hayata sahip olduğunun bilincine varması onu diğer canlılardan ayıran temel özelliklerinden birisidir. Bu yüzden olsa gerek “insan daima ölümün gölgesinde yaşayan belki de tek hayvandır.” Ve yine bu sınırlılık halidir ki insan hayatına fazladan anlam ve değer yüklemektedir. “Hayatın anlamı nedir?” sorusunun sıklıkla öne çıkmasının nedeni de bu olsa gerektir. Sorar ve sorgular insan; “Varlık ve Zaman”da Heidegger “insanın diğer varlıklardan kendi varoluşunu sorgulama yetisiyle farklılaştığı”dan söz ederken buna işaret etmektedir.
Modernite ile birlikte insanın kendi varoluşuna/hayata yönelik sorular sorma ve kendi varoluşunu/hayatı sorgulama ediminin farklı bir mahiyet kazanması, bu dönemde aklın ve bilginin belirleyici güç konumuna gelmeleriyle doğrudan ilintilidir. Ne var ki, paradoksal gibi görünse de, bu durum aynı zamanda insanın varoluşsal huzursuzluğunun derinleşmeye başladığı da bir dönemdir. Terry Eagleton’un “Hayatın Anlamı” (Ayrıntı Yayınları) kitabında “kapitalist modernite” olarak tanımladığı bu dönemin temel karakteristiği, insanlığın “tamamen araçsal bir ekonomik sistemle ipotek altına” alınması,”insani dayanışma ve paylaşım değerlerini teşvik etmek yerine iktidara, kâra ve hayatı maddi olarak idame ettirme işine ayrılmış bir yaşam tarzı”nın benimsenmiş olmasıdır. Günümüzde artık her şeyin ‘piyasa’ denen zalim bir rekabetin öğütücü mekanizmasında karşılığını bulduğu, bu bağlamda ‘kaybedenler’in ‘kazananlar’dan çok daha fazla olduğu ve sonuç olarak kaybetmenin “işe yaramazlık kâbusuna” dönüşerek ‘kaybeden’i baştan aşağıya kuşattığı bir düzendir bu. Evet, tam bir kâbustur, çünkü sadece çıplak bir gerçekliği ifade etmemekte, dahası tek çare ve kurtuluş olarak da her koşulda ve halde ‘kazanmayı’, bir başka ifadeyle mevcut düzene tabi olmayı önermektedir. ‘Kaybedenler’ açısından burada kaçınılmaz son şudur: ‘Beden’i de, ‘ruh’u da artık kendisine ait değildir. Buradan bakınca yoksa ‘intihar’bir başka yönüyle, ‘kaybeden’in artık kendine ait olmayan bedenini ve ruhunu son bir gayretle geri alması mıdır? Yitirdiği özgürlüğüne kendini yok ederek yeniden kavuşması mıdır? Tanrının bile terk ettiği ‘kaybeden’ insanın, kendi iradesiyle kendini yok ederek kendi tanrısallığını gerçekleştirmesi, yenik düştüğü hayata karşı son ve tek zaferini elde etme çabası mıdır? Yine Terry Eagleton “Kötülük Üzerine Bir Deneme” (İletişim Yayınları) kitabında psikanalizin “insanların bilinçaltlarında kendi yokoluşlarını arzuladıkları” na dair bir ‘skandal’ı ortaya çıkardığından söz etmektedir. Psikanalize göre “kimliğimizin merkezinde mutlak hiçliğe yönelik bir itki vardır(....) kendimizi, var olmak diye bilinen yaradan korumak için, kendi yok oluşumuzu kucaklamaya hazırız(......) ölüm güdüsünün etkisine kapılanlar, hiçbir şeyin aslında önemli olmadığı düşüncesinden kaynaklanan o büyüleyici özgürlük hissini yaşarlar...”
Nereden bakılırsa bakılsın hazin bir sondur bu..
“Edebiyatta Ölüm ve İntihar” (Agora Kitaplığı) kitabının yazarı Müslüm Yücel ise, “Hiç” başlığını koyarak giriş yaptığı özgün çalışmasında şunları yazar:
“Duygular, düşünceler mevcut piyasa içinde sürekli müşteri arıyor. Her şeyimiz satılık. Oysa ki sen gece boyunca bir rüyadan bir rüyaya geçip duruyorsun. Sabah uyandığın zaman sırtın sırılsıklam. Anlamsız bir düzensizlik baktığın her şeye hâkim, ruhun artık bildiklerinin kadavrası. Kafa yok, ağız var ve ağzın emrindeki cinsel organlarla bedenin sanayileştiği koca bir yüzyıl var önümüzde. Yaşa....”
Yazar “yaşa” diyor da, eğer bugünün dünyasına dair çizdiği bu tablo gerçekliğin resmiyse, bu durumda her birimizin payına düşen belirli bir zamanla sınırlı “yaşam”larımızda, ‘yaşamak’ ne menem bir serüven olabilir ki..Ya da: ölüm yaşamın bittiği yer ve “hiç”e dönüşmekse, çerçevesi çizilen bu dünyada daha yaşarken çoktan “hiç”e dönüşmeye başlamadık mı, daha açık söyleyelim, ‘yaşarken ölmedik’ mi? Başka türlü olması mümkün mü ya da ne kadar mümkün?
“Bir başka türlüsünün mümkün ya da ne kadar mümkün” olduğunu düşüne duralım, buradan devam edelim. İnsanoğlunun varlığında içkin ‘yaşam’ ve ‘ölüm’ içgüdülerinin hangisinin hangi koşullarda ve hangi nedenlerle harekete geçtiği, birinin diğerine ne zaman baskın çıktığı birçok disiplinin temel ilgi alanıdır. ‘Ölüm-yaşam’ diyalektiğinde, insanın kendi yaşamına kendi eliyle son vermesi, yani intihar ise, yine birçok disiplinin ayrıca parantez içine aldığı bir konudur. Daha önce sözünü ettik, psikolojinin/psikanalizin buradaki yeri ve buna dair kapsamlı külliyatı bir yana, örneğin edebiyatta ‘intihar’ adeta vazgeçilmez bir problematik/tematiktir. Edebiyat (ve de sanat) intiharla sonlanan insan hayatının dramatik/trajik hikâyelerini anlatırken, hem gerçekliğin bize göründüğünden çok farklı ve bir o kadar da karmaşık dünyasını açığa çıkarmakta, hem de onu anlaşılır kılmaktadır. Bu kadar da değildir. Yaşamın anlam(sızlığ)ı üzerine kafa yoran Albert Camus’ün, felsefeye yüklediği büyük anlam şudur: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: İntihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” Montaigne ‘de ise bu intiharı da kuşatarak “felsefe bize ölümü öğretir” ifadesinde somutlaşmakta, daha da geriye gidecek olursak Antik Çağ’da Pitagoras, Platon, Aristoteles, Stoa ve Epikuros’ta karşılığını bulan büyük düşünce akımlarının temel sorunsalı da“ölüm düşüncesi, öldükten sonra hayat ve intihar” olarak öne çıkmaktadır.
Yeniden başa dönelim: “insan daima ölümün gölgesinde yaşar”, bir başka ifadeyle insan daima ölüme doğru yaşar. İnsanın varoluşunu ve hayatı anlamlı kılacak olan önce bunun farkına varmaktır. Bu da şu demektir: insan ölüm karşısında daima kaybetmeye mahkûmdur . Hayatın bu mutlak gerçekliğini sahip olduğumuz ideolojilerimiz, düşüncelerimiz, inançlarımız, siyasal duruşlarımız belki değiştirmez; ancak bunun böyle olması da o hayatların doğru kurgulanmasında ve yaşanmasında bizleri tümden çaresiz de bırakmaz. Yaşadığımız hayatlara anlam ve değer katacak olan da, daha çok kazanmanın, daha çok sahip olmanın kural, ahlâk, vicdan tanımayan sistematiğini ve mantığını tek seçenek olarak sunan, paylaşmayı ve dayanışmayı ortadan kaldıran, bizleri kendimize yabancılaştırarak peşinden sürükleneni haline getiren bugünün dünyasına, onun dayatmalarına karşı çıkmaktır.
Bu zalim dünyanın dayatmaları karşısında yenik düşen, “işe yaramazlık kâbusu”na gömülerek çıkış yolunu boynuna ilmeği geçirerek, kendini yüksekten boşluğa bırakarak ya da silahını kendi bedenine dayayıp ateşleyerek intihar etmekte görenlerin, biz geride kalanlara kederlenmenin ve hayıflanmanın dışında asıl hatırlatması gereken de budur.
Evet, “yanlış hayat doğru yaşanmıyor” (Adorno), ama bu yanlış hayatların bir kader değil, tam aksine başka hayatların mümkün olduğunu, asıl peşinden gidilmesi gerekenin de bu olduğunu ima ediyor..