George Kumullis
(Çok değerli arkadaşımız George Kumullis’in geçtiğimiz Cumartesi günü yani 9 Eylül 2023’te POLİTİS gazetesinde Rumca olarak yayımlanan yazısını İngilizce’ye çevirmesini istedik. O da bizi kırmayarak bunu yaptı. Çok teşekkür ediyoruz... Biz de bu yazıyı İngilizce’den Türkçe’ye, okurlarımız için çevirdik... S.U.)
Averof Neofitu, 9 Ağustos 2022’de Emba köyünde yaptığı seçim konuşmasında “Benim yönetimimin ilk eylemi, yeşil hat boyunca bir çit çekmek olacaktır” demişti...
İster yasal, ister yasal olmasın göçmenlere karşı vahşi tavırlarıyla Kıbrıs toplumunda neden şimdilerde serseriler yumurtalardan çıkmaktadır? Bu sorunun yanıtı gerçekten de karmaşıktır.
Göçmen karşıtı tavırlar, pek çok faktör tarafından motive edilmektedir.
Kıbrıs derin devletinin en büyük kaygısı ise, milli kimlik, kültür ve değerlere yönelik algıladığı tehdittir.
Başpiskobos, ELAM ve milliyetçi dernekler, yerliliği göklere çıkarmaktadır – yani bu ideoloji devletlerde ancak yerli bir grubun üyelerinin yaşamasını öngörmektedir.
YERLİLİK...
Yerlilik (“nativizm”) sol/sağ bölünmesiyle ilgili değildir, daha çok bizler/onlar (göçmenler) bölünmesiyle ilgilidir. Bu şekilde ırkçı önyargılar yaratılır ve Kıbrıslı toplumu faşizme ve nihayetinde ırkçı şiddete doğru götürür...
Çok ilginçtir ki Avrupa içi göçmenlik, Avrupalı olmayan/beyaz tenli olmayan göçmenlikten çok daha makbul görülmektedir.
BAŞPİSKOBOSLUK GENELGESİ...
Müslüman topluma gelince, ırkçı önyargılar daha da güçlenmektedır. Bir kez daha Başpiskobos öncülük yapmakta ve her fırsatta şu sözleri sarfetmektedir: “En büyük tehlike topraklarımıza yasadışı Müslüman göçmenlerin girmesidir ki Türkiye bunları bilinçli olarak göndermektedir buraya, amacı da özgür bölgelerin demografik yapısını değiştirmektir...” (Bakınız Paskalya 2023 Başpiskobosluk Genelgesi).
AVRUPA İÇİ GÖÇ...
İşin tuhafı, Avrupa içi göçten kaynaklanan demografik değişiklikler zaten Kıbrıs’ta yer alıyor ve çok yakında çok-dinli, çok kültürlü, çok ırklı bir topluma dönüşeceğiz, böylesi bir yerde de Kilise’nin dini etkisi zaten zayıflayacaktır. Avrupa Birliği’ne entegre olduğumuz andan itibaren bu yol tek yön bir yol gibiydi ve belki de bu yol, Başpiskobos’u korkutmaktadır.
İNANDIRICI DEĞİL...
“Türkiye’nin göçmenleri enstrümentalize etmesi” argümanı ise hiç de inandırıcı değildir. Türkiye’de zaten AB ülekerine gitmek isteyen 4 milyon göçmen vardır ve bunların bir kısmının da Kıbrıs’a gelmesi beklenmektedir. Öte yandan işgal altındaki bölgelerden gelen illegal (yasadışı) göçmenlerin/mültecilerin çoğu Afrika’dan gelmektedir, bunlar İstanbul üzerinden ve sonra da Timbu (Ercan) üzerinden gelmekte, herhangi bir Türk kurumun aracılığı olmaksızın bunu yapmaktadırlar. Eğer Türkiye bizi mahvetmek isteseydi, rahatlıkla onbinlerce göçmeni/mülteciyi her ay özgür bölgelere gönderirdi.
EKONOMİK YÜK GEREKÇESİ...
Irkçı şiddetin bir diğer nedeni de elbette mültecilerin/göçmenlerin “yarattığı ekonomik yük”tür. Yerli işçiler mültecilerin kitlesel olarak gelmeleriyle birlikte işlerinin ve ücretlerinin tehdit altına gireceğine, bu göçmenlerin soysal çıkarların avantajlarını kullanarak ekonomik bir yük haline geleceğini düşünüyorlar.
Öncelikle yasal göçmenler/mülteciler ile yasadışı olanlar arasında ayırım yapmamız gerekir.
Sosyal Sigorta İstatistik Hizmetleri’ne göre çalışan sayısı 555,830’dur ve bunlardan 195,825’i yabancılardır (AB üyesi olan veya AB üyesi olmayan yurttaşlar), ki bunlar işgücünün neredeyse %40’ını oluşturmaktadır. Eğer tüm bu işçiler yarın işten atılacak olsa, ekonomimiz kağıttan bir kule gibi yıkılacaktır.
Kıbrıs’ın Gayrısafi Milli Hasılası o kadar azalacaktır ki neredeyse tüm Kıbrıslı işçiler, göç etmek zorunda kalacaktır!
YASAL GÖÇMENLERE DE SALDIRDILAR...
Durum böyleyken Leymosun ve Hloraka’daki maskeli şahıslar Kıbrıs’ta yasal olarak bulunan ve Milli Gelirimizin artmasına önemli ölçüde katkıda bulunan legal durumdaki göçmenlere/mültecilere de hiç ayırım yapmaksızın saldırıyor. Elbette illegal mültecilerle göçmenlerin devlete mali bir yük bindirdiği ve bu faktörün de göçmen karşıtı tavırlara yol açtığı gerçektir. Ancak genel kamuoyu bunlara ayrılan miktarı bilmiyor ve aşırı miktarlar kulağa çalındığında, bu da önyargıları arttırıyor. Aslına bakılacak olursa kira ödeneğ dışında bir sığınmacı ayda 320 euro ödenek almaktadır, eğer evli ve üç çocuğu varsa, 950 euro almaktadır – bir başka deyişle, bunlar hiç kuşkusuz çok cimrice verilen ödeneklerdir. Şunu da dikkate almalıyız ki Avrupa Birliği’nin mültecilere (yönelik ödeneklere) katkısı önemli olsa dahi, tüm sığınmacıların ihtiyaçlarını karşılayacak miktarda değildir.
SAHTE HABERLER...
Bir diğer önemli faktör ise “basın özgürlüğü ve sahiplenme”dir ki bu da göçmenliğe yönelik kamuoyunu biçimlendirmede önemli rol oynamaktadır. Kıbrıs’taki medyanın çoğunluğu, göçmenlik konusunun olumsuz biçimde kaleme alınmasını tercih eden muhafazakar ve kilise kuruluşunun sözcüleridir. Bu medyadaki gazeteciler kendilerini özgür biçimde ifade edemezler çünkü o zaman gözden düşerler ve ilerlemelerine negatif etkisi olur bunun.
Sosyal medya ise daha da aşırı göçmen karşıtı tavırları biçimlendirmektedir çünkü sosyal medya görüşlerin açık alanda temsil edildiği bir yerdir ancak aynı zamanda “sahte haberlerin” doruğa çıktığı bir yerdir. Facebok ya da Twitter gibi sosyal ağ kurma platformları, doğrulanmamış bilgilerin çok yaygın dolaşımına izin vermektedir. Bu bilgiler sahte haberler olsa dahi insanlar bunları dikkate alarak görüşlerini bu tür haberlere dayalı olarak biçimlendirmektedirler. Duyarlı bir konu olan göçmenlik/mültecilik konusunda sosyal medya Kıbrıslırumlar’ın güvensizliğine ve korkularına hitap eden güçlü bir araca dönüşmüştür, böylece göçmenlik karşıtı duyguları kışkırtmaktadır.
BİR ÖRNEK...
Leymosun’daki olaylardan üç gün sonra Facebook’ta bir gazetecinin yazdığı haberi örnek vermek istiyorum, sahte bir haberin nasıl güvensizlik ve korku yarattığına örnek olarak... Bu sahte haber şöyleydi: “Öfkeli Suriyelilerin ellerinde kabus gibi saatler, 18 yaşındaki bir Kıbrıslırum askerin dün gece yaşadıkları... Bıçaklarla donanmış on Suriyeli, ölüm tehditleri savurarak onu kaçırdılar ve onu Hloraka’da ıssız bir sahile götürdüler. Aynı bilgilere göre yabancılar (diğer başka ‘zavallı göçmenler’e göre) ona işkence yaptılar, vücudunun çeşitli bölgelerine vurdular ve bu kabusu kayda geçerek Tik Tok’e videolarını da yüklediler...”
Polis, bu haberin sahte bir haber olduğunu açıkladı. Polisin açıklamadığı şey, sözkonusu haberi yazan gazetecinin tutuklanıp tutuklanmadığı idi...
George Gavriel'in bir resmi...
(George Kumullis’in yazısını İngilizce’den çeviren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
“6-7 Eylül her an tekrarlanabilecek potansiyele sahip...”
Şerif KARATAŞ/EVRENSEL
Gazeteci-Yazar Pakrat Estukyan, 6-7 Eylül’le ilgili uzun yıllar sanki yazılı olmayan bir toplumsal mutabakatla sessizce geçiştirilmek istendiğine dikkat çekerek, “Egemen akıl ortada bunca bilgi, belge, kaynak, kitap varken, hâlâ aynı türküyü dillendiriyorlarsa burada sorun var. O yüzden 6-7 Eylül her an tekrarlanabilecek bir potansiyele sahiptir” dedi.
Agos Gazetesi Yazarı Pakrat Estukyan ile 6-7 Eylül’ü konuştuk.
*** Hatırlatmak için, 6-7 Eylül’de Türkiye’de nasıl bir atmosfer vardı?
6-7 Eylül’ü istikrarlı devlet politikasının halkalarından biri olarak görüyorum. Bu politikanın amacı Türkiye’yi Türkleştirmek. Hürriyet gazetesinin logosunun altında yazar ya: “Türkiye Türklerindir!” O projenin halkalarından birisidir.. 1915 yılından başlayarak kitlesel kırımlar, ondan öncesi de var. 1895 yılında Hamidiye Alaylarıyla Ermenistan coğrafyasının darmadağın edilmesini başlangıç olarak alabiliriz... 1915 soykırımında Ermenileri, Ermenilerle birlikte Süryanileri, Êzidîleri, Keldanileri, hepsini de yerinden yurdundan ettiler. Çünkü ulus devletin kuruluşu bir nüfus mühendisliği projesidir aslında... Proje taktik ve pratik anlamda sistematik olarak kurumsallaşmış. Kurumsallaşmanın adı da zaten cumhuriyet döneminde Azınlıklar Tali Komisyonu olarak tescil edilmiş. Ankara’da bir ofiste devletten maaş alan adamlar sabah iş başı yapıyor, mesaiye başlıyor ve “bugün Ermeniler, Rumlar için ne kötülük yapabiliriz” diye fikir üretmeye başlıyorlar. Dolasıyla 1955 6-7 Eylül bununla ilintili. Tarih olarak neden o tarihte olduğu sorusu ise o sıra Londra’da Kıbrıs konulu müzakereler olmasıyla açıklanır. Bunları tabii biz kanıtlardan yoksun olarak söylüyoruz ama söylenen şu ki; müzakeredeki heyet Ankara’ya haber göndererek Kıbrıs meselesinde Türkiye toplumunun hassasiyetini açıklamakta zorlandıklarını bildiriyor. “Zorlanıyor musunuz? Biz toplumun nasıl duyarlı olduğunu gösterelim” diyerek planı uygulamaya koyuyorlar. 50 yıl sonra General Sabri Yirmibeşoğlu kendisinin de içinde bulunduğu bir itirafta bulundu: “6-7 Eylül 1955 olayları son derece başarılı bir Özel Harp Dairesi operasyonuydu. Sonucuna da ulaştı” dedi.
MAĞDURİYET EVLERDE KISIK SESLERLE KONUŞULDU
*** 6-7 Eylül’ün mağdurları, mağduriyetlerini anlatabildiler mi?
O günü bütün tanıklıklarıyla, çevredeki yaşı yeten herkesin gördükleriyle defalarca ve defalarca dinledim. 6-7 Eylül’de ne olduğunu biliyordum ama her dinlediğim kısık sesle anlatımlardı. Ev içindeki anlatımlardı. Kamusal alanda bu büyük pogromu konuşmak mümkün olmamış. Nitekim ben 1934 Yahudi pogromunu, Trakya pogromunu da çok daha geç öğrendim. O konu bizim evimizde konuşulmuyordu. Çocukken bunları duyma şansım yoktu. Bunu dile getiren tek bir Yahudi tanımadım. “Bizim başımıza bunlar geldi’ diyen olmadı. Büyük babamlar (anne tarafım) 1915 kırımını fiilen yaşamış olmalarına rağmen bunu hep biz evde gizli gizli konuştuk, alçak sesle konuştuk. Pencere açıkken, sokaktan biri geçerken konuşulmadı bunlar...
*** 6-7 Eylül’ün uzunca bir süre kamuoyunda konuşulup tartışılmamasını nasıl yorumluyorsunuz?
Nasıl oluyor da herkesin gözünün önünde olan bir şey 50 sene boyunca hiç konuşulmadan bir mutabakat halinde sürüyor. Bu konuşulmamasının içerisinde, komünistlerin de, sosyalistlerin, aydınların, demokratların bilge insanların hepsinin payı var. Hiçbiri konuşmadı. 6-7 Eylül’de hiçbir sosyalist dergide ’60’lar, ’70’ler, ’80’ler ’90’larda böyle bir yazıya hiç rastlamadım. Bu da insanın aklına, Barış Ünlü’nün ünlü olan kitabı Türklük Sözleşmesi’ni getiriyor. Sanki yazılı olmayan bir sözleşme uyarınca toplumsal bir mutabakat yaratılıyor. Bugün sokakta gezen insanlara “1915’te ne oldu” sorsak, önemli bir kısmının hiç haberi olmayabilir. Haberi olan da diyecek ki, “Ermeniler 1. Dünya Savaşı’nda Ruslarla iş birliği yaptılar, biz de onları kovaladık.” Bunda solcuların günahı çok… Egemen aklın söylemine takılıp ortada bunca bilgi, belge, kaynak, kitap varken, hâlâ aynı türküyü dillendiriyorlarsa burada sorun var. O yüzden 6-7 Eylül her an tekrarlanabilecek bir potansiyele sahiptir. İşte Ankara Altındağ’daki gördüğümüz şey tam da budur. Burada öznenin Müslüman, Hristiyan, Ermeni, Suriyeli olması sonucu değiştirmiyor. Operasyon aynı operasyon. Yine dışarıdan getirilen insanlar, gene bir yerde organize edilen bir tertip ve bir defada kitleselleşiyor. Hükümet şimdi bunlara çözüm olarak “Ankara’da bu insanlar olmasın, göçmen olarak hangi vilayete kayıtlı ise oraya sürülsün” diyor. Irkçılığı perçinleyen çözüm üretilmiş: Mağdurları kovalamak. Hep öyle olmadı mı? Mevsimlik tarım işçisi saldırıya uğruyor. Dayak yiyor çoluk, çocuk, bazen cinayete kadar varıyor. Çözüm olarak, “Mağdurları kovun buradan!” Çözüm bu. Saldırganları cezalandırın diyen yok. Bunlar insanlığın kabul edebileceği şeyler değil. Ama hakim olan bir siyasi anlayış var.
*** Darbe girişimi sonrasında daha sıklaştığını gördüğümüz mala çökme/el değiştirme ve bunun kolayca (Hesap vermeden, yargılanmadan) yapılabilmesini 6-7 Eylül dönemiyle nasıl kıyaslayabiliriz?
Bu devletin kuruluşu zaten çökme üzerinedir. Ermeni’nin malına, Rum’un malına çökme üzerinedir devletin kuruluşu. Ve bu bir devlet politikasıdır. Gizli saklısı da yok. “Sermayeyi, ticareti, sanayii Türkleştirmek” dediler. Bu nasıl olacaktı? Başkasının elindekini alıp kendine mal edecektin, sen yürütecektin. Bugün Türkiye’de bir sanayici zümresi vardır. Türkiye’de Türk olan tüccar zümresi vardır. Hem de hiç küçümsenecek bir durumda da değildir. Dünyanın her yerinde Türk yatırımcılar var artık. Türk inşaatçılar var. Gidiyor Rusya’da alışveriş merkezisi inşaat ihalesi alıyor. İşte bunların hepsi, o çökme kültürünün bugüne getirdiği birikimlerdir.
“DERİN DEVLET DİYE TOPU TACA ATMANIN MANTIĞI YOK”
*** 6-7 Eylül ile ilgili devletin rolüne ilişkin neler diyeceksiniz?
Derin devlet demenin anlamı yok. Derin devlet gizli değil. Alenen yapılan bir şey. Evet bir görev tanımı, görev bölümü de var. Sen bunu yapacaksın, ben bunu yapacağım. Benimki legal seninki illegal olabilir. Uzlaşmaya varmışız ama ikimizde aynı bünyenin elemanlarıyız. Dolayısıyla derin devlet diye topu taca atmanın mantığı yok. Derin de aynı devlettir, yüzeydeki de aynı.
*** Bir daha 6-7 Eylülleri yaşamamak adına nasıl ders çıkartılabilir?
Sanıyorum ki bu çok zor bir şey. Çünkü bu tür şeyleri tasarlayanlar çok profesyonel. 1977 1 Mayıs’ını veyahut 1978 Maraş’ını tasarlayanlar aynı adamlar. Bunlar ihtiyaç duyduklarında uluslararası akıllar da bunlara desteğe geliyor. ’77’de biz bunu gördük. CIA ajanları cirit atıyordu… O zamanki adıyla Marmara Etap Otelin 7’inci katında karargah kurmuşlardı CIA ajanları. Biz deneyimle bunları bildiğimiz için, bizim bunlarla baş etmemiz çok zor. Bu insanlar isterlerse iki günlük ön bir çalışmayla üçüncü gün burada kan gövdeyi götürebilir. Bizim bunu önleyecek donanımlarımız üzgünüm ama olamaz. Bunlar çok büyük tertipler. Bu büyük tertiplerin çok büyük altyapıları var. Nitekim 6-7 Eylül olaylarında işçi sendikaları da tertibin bir parçası olmuştu. O zaman yeni yeni kurulmuş Türk-İş’e bağlı işçi sendikaları, kamyonlarla sanayi şehirlerinden buraya işçi taşıdı. O kitleler o eylemin içerisinde oldu. Hepsinin elinde aynı tornadan çıkmış sopalar, demir çubuklar, demir çubuk dedikleri levyeler vardı…
Eskiden, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin oturduğu mahalleri işaretliyorlardı. Şimdi Alevilerin mahallerini işaretliyor. Bu güce karşı bizim örgütlülüğümüz ne dün yeterdi, ne de bugün. Çok üzgünüm ama durum bu. Bunları engelleyecek tek şey ülke siyasetindeki değişimdir. Dönüştürebilecek bir güç henüz yok ortada.
(EVRENSEL – Şerif KARATAŞ – 6.9.2021)