Geçtiğimiz Pazar günü Washington’da iki ayrı yürüyüş yapıldı. Irkçı, yabancı düşmanı, göçmen karşıtı Beyaz Amerikalılar Washington’da toplandılar ve ilk defa Beyaz Saray’a bu kadar yakın bir caddede yürüyüş yaptılar. Belli ki Beyaz Saray’da Trump gibi biri oturduğu için sarayın yakınlarına kadar gitmeye cüret ettiler. Başka bir caddede ise ırkçılık karşıtı Amerikalılar toplandı ve federal Amerika’nın kuruluşunda benimsenen açık toplum ve çok-kültürlülük gibi temel ilkeleri savundular.
Gelgelelim Trump’ın Amerika’sında bu gibi ilkeleri savunmak giderek daha da zorlaşıyor. Trump iktidara taşıyan Beyaz çoğunluğa göre Amerika öncelikle Beyazların ülkesidir ve bu “beyaz ülkeyi” çok-kültürlülük tehdit etmektedir. Bu tartışma giderek derinleşeceğe benziyor çünkü Beyaz Amerikalılar kendilerini ülkenin “asli” sahibi sayıyor ve çoğalan farklılıktan tedirgin oluyorlar. Vatandaşlarının çoğu korku içinde yaşıyor ve ülkenin çok renkli olmasından rahatsızlık duyuyor. Bu yüzden zaten son seçimlerde ülkeyi Trump’a teslim ettiler.
Öte yandan Kanada gibi çok-kültürlülüğü devlet politikası olarak benimseyen bir ülkede de çok-kültürlülük karşıtı görüşler giderek yaygınlaşıyor. Özellikle muhafazakar çevreler başbakan Justin Trudeau’ya karşı sert eleştiriler yöneltiyorlar. Trudeau, babası gibi, çok-kültürlülüğe yürekten inanan, farklılık içinde birlik şiarını benimseyen bir siyasetçidir. Trudeau’ya göre, çok-kültürlülük Kanada federalizminin gıdasıdır. Oysa muhafazakarlar Kanada’nın farklılıkları yadsımayan, tam aksine sahiplenen açık bir toplum olmasını tehdit olarak algılıyorlar ve böyle giderse Kanada’nın dağılacağını ileri sürüyorlar. Trudeau’nun “çok-kültürlülüğü abarttığını”, bunun da ülke nüfusunun ortak kültürel değerlerde buluşmasını engellediğini iddia ediyorlar.
Benzer tartışmalar çok-kültürlülük konusunda dosyası temiz olmayan Almanya’da da yapılmaktadır. Çok-kültürlülüğün benimsenmesi gereken demokratik bir değer mi, yoksa Alman kültürüne karşı bir tehdit mi oluşturduğu son yıllarda gündemin birinci sırasında yer alıyor. Özellikle Mesut Özil’in milli takımdan ayrılmasından sonra yaygın hale gelen bu tartışma, demokrat Almanları ırkçılığa karşı harekete geçirdi. “Me Too” ( Ben de) belgisi altında başlatılan dijital kampanya, Almanya’da ırkçılıktan mustarip olan kişilerin söz alarak, yaşadıkları olumsuz deneyimleri kamusal alanda paylaşmalarını sağladı. Siteye her gün binlerce mesaj yağıyor...
İtalya’da yeni işbaşına gelen hükümetin içişleri bakanı ülkeye giden göçmenleri kabul etmiyor ve denize salıveriyor... “Bundan böyle buraya gelmeyeceksiniz” diye de hakaret ediyor...
Evet, Batı demokrasileri önemli bir sorunla karşı karşıyadır: farklılığa tahammülsüzlük artıyor. Açık toplumun yerini içe kapanma alıyor. Bu içe büzülmenin lokomotifi ise korkudur. Batılı ülkelerde bireyler çeşitli korkulardan mustariptir. Örneğin işsiz kalmaktan korkuyorlar, aşina ve tekin kültürel ortamlarının bozulmasından endişe duyuyorlar. Tek renkli ortamları özlüyorlar. Oysa Batı’yı Batı yapan açık toplum olmasıydı. Nitekim Batı’da demokrasiler kurulurken, Eski-Yunan’da ortaya çıkan Atine demokrasisi model alınmış, Isparta reddedilmişti. Çünkü Isparta’dan farklı olarak, Atina demokrasisi farklılığa açıktı. Günümüzün Batı’sı ise Atina’dan çok Isparta’ya heves eder gibi görünüyor. En vahimi de, Beyaz Batılıların kendilerini ırkçı saymamalarıdır. Çünkü Beyazlık, belli başlı alışkanlıkları öylesine “doğallaştırmıştır” ki, çoğu kişi ırkçılık yaptığını farkında bile değildir. Adeta “Beyaz’dır ne yapsa yeridir” durumu yaşanıyor...
Önümüzdeki yıllarda hem AB ülkelerini hem de Kuzey Amerika ülkelerini önemli meydan okumaları bekliyor. Ya barış içinde bir arada yaşamanın yolunu bulacaklar ya da süratle parçalanmış toplumlar olma yolunda ilerleyecekler. Başka türlü söylersek, ya Atina demokrasisine yönelecekler ya da Isparta’ya...
Günümüzün çok-kültürlü toplumlarında Isparta’ya özenmek felakete doğru dümen kırmak olacaktır...