Avrupa’daki kültürel kodlarla ilgili, ‘Cennet ve Cehennem’ adı verilen çok eski bir şaka vardır.
Buna göre cennet; polislerin İngiliz, şeflerin Fransız, mühendislerin Alman, bankacıların İsviçre’li ve sevgililerin İtalyan olduğu bir yerdir. Cehennem ise polislerin Alman, şeflerin İngiliz, mühendislerin Fransız, bankacıların İtalyan, sevgililerin ise İsviçre’li olduğu yer olsa gerektir.
İlk bakışta güldüren bu şaka, bir yandan stereotip algısını ‘masumane’ bir biçimde yansıtır gibi görünse de, aslında çok daha derininde, ırkçılığın ve etnik ayrımcılığın zihinlerde nasıl kodlanmakta olduğuna dair sarih ipuçları veriyor.
Belirli bir ırka, bir ulusa ya da etnik gruba ait olduğuna inanılan tipik karakteristik özellikler; ırksal ya da etnik stereotipler olarak tanımlanır.
Bulunulan coğrafyaya ve o coğrafyanın ırksal, etnik ve kültürel özelliklerine bağlı olarak, kendine has bir biçimde kodlanabileceği gibi, bazı stereotipler ise çok daha beynelmilel bir yapıya sahiptir.
İspanyol kökene sahip (Hispanic) stereotipler, örneğin Kıbrıs’ta anlamlı bir karşılık bulmayabilir ama eğer Amerika Birleşik Devletleri’ndeyseniz, başta Meksikalı’lar olmak üzere Güney Amerika ülkelerinden Birleşik Devletler’e yoğun bir şekilde göç eden Hispanik’lerle ilgili, çok yaygın stereotip algılara rastlayabilirsiniz.
Irksal ya da etnik stereotipler, esasen olumsuz önyargılarla beslenir.
Mesela gece karanlıkta, ıssız bir sokakta yürürken , Afrika kökenli bir Amerikalı ile karşılaşan beyaz bir Amerikalı’nın hissettiği ilk şey, çoğunlukla korkudur; çünkü kalıplaşmış öğreti, onlara bu önyargıları yüklemiştir.
2004 yapımı Çarpışma (Crash) adlı film, tam da bu mesele üzerine kafa yorar. En iyi film dalında, başta Akademi ödülü olmak üzere pek çok prestijli sinema ödüle sahip olan ve Sandra Bullock, Matt Dillon ve Brandon Fraser gibi pek çok ünlünün rol aldığı filmde, farklı sebeplerle yolları kesişen yabancıların, birbirlerini nasıl önyargılar üzerinden değerlendirdiğini, iyi ve kötü algısının, zihnimize yerleştirilmiş etnik/ırksal stereotipler üzerinden şekillendiğini anlatıyor.
Filmin bize gösterdiği bir başka şey ise, ırkçılığa yol veren önyargıların, sadece beyaz ırkın siyahi ırka olan yaklaşımını etkilemediği, aynı zamanda Amerika’nın diğer azınlık etnik kimliklerinin de kendi içlerinde bir mikro ırkçı yargılama sarmalına kapıldığı, örneğin bir Çinli’nin de dönüp bir hispaniği hor görebileceği, yani ‘beyazın’ mazlumunun da kendinden ‘aşağı’ gördüklerine karşı bir zalime dönüşebileceği.
***
Büyük Britanya hükümeti, ‘puan tabanlı’ yeni bir göç sistemine geçiyor.
Serbest dolaşıma son verecek olan bu sisteme göre, İngiltere’de yaşamak ve çalışmak isteyenler, bir puanlamaya tabi tutulacak ve başvuru sahiplerinin eğitim durumu, mesleği, İngilizce seviyesi gibi unsurlar dikkate alınacak; bilim insanları, mühendisler ve akademisyenler gibi yüksek vasıflı kişilere öncelik tanınacak.
İçişleri Bakanı (Home Secretary) Priti Patel, sistemi duyurduğu açıklamasında, ‘Dünyanın dört bir yanından en parlak ve en iyilerini kendimize çekeceğiz ve bu ülkenin tam potansiyelini açığa çıkaracağız’ diyor.
Priti Patel, ikinci kuşak bir Hint kökenli göçmen. Ailesi önce Uganda’ya, ardından da 1960’lı yıllarda Britanya’ya göç etmiş. Patel’in yürürlüğe koymaya hazırlandığı bu sistem 1960’lı yıllarda uygulanıyor olsaydı, ailesi Britanya’ya kabul edilebilecek puanı tutturamayacaktı,
Patel’den önceki İçişleri Bakanı Sajid Javid’in durumu da pek farklı değil. Muhafazakar Parti’nin ‘ayrıştırıcı’ göç ve göçmen politikalarının cevval savunucularından bir diğeri olan Javid de ikinci kuşak bir Pakistanlı göçmen. Müslüman bir aileden gelen Javid’in anne ve babası, Britanya’ya göçmeden önce Pencap eyaletinde çiftçilikle uğraşıyormuş. Tıpkı Patel’in ailesi gibi onlar da 1960’larda Britanya’ya göç etmiş ve İngilizceyi, burada öğrenmişler. 1960’lı yıllarda puan sistemi uygulanıyor olsaydı, Javid’in ailesi de Britanya’ya girebilecek puanı tutturamayacaktı.
O yılların siyasi konjonktürü onlara Britanya’ya göçme hakkını tanıdı, her ikisi de bugün Birleşik Krallık gibi bir ülkenin en önemli mevkileriyle anılıyorlar.
Ve geçmişlerini, çocuklarına daha iyi bir gelecek vermek hayaliyle yollara düşen ailelerinin mücadelesini çabucak unutarak, tıpkı Crash filmindeki gibi, Los Angeles’ta yaşayan göçmen Çinli’nin, yine kendi gibi göçmen olan Hispaniğe yaptığını yapıyor; mikro ırrkçı tandanslarla, ünvana dayalı bir göç sisteminin altına imza atıyorlar.
Patel ve Javid, geçmiş Briyanya yönetimlerinin onlara tanıdığı bu hak sayesinde bugün ‘parlarken’, dünyanın geri kalmış ülkelerinde ‘parlama’ şansı bulamayanlara, kapıları kapatıyorlar.