“Kültürel alana müdahale” ana başlığı, geçtiğimiz hafta Işık Kitap Fuarı’nda tartışıldı.
Moderatör Halil Karapaşaoğlu doğrudan girdi meseleye: “Yurdumuzu işgalin 50’nci yılındayız.”
Araştırmacı dostumuz Mete Hatay’ın “işgal”e dair şu saptaması aklıma geldi:
“Kıbrıs Cumhuriyeti'nin 1964'ten beri Rumlar tarafından işgali ve iki toplumlu Cumhuriyetin mono bir toplumun idaresine dönüştürülmesi... Kuzeyin 1974'ten sonra Türkiye ve bizler tarafından işgali…”
Nedense bir ötekinin işgalini anlatıyor, kendi eşkalini gizliyor herkes…
***
Panel ilginçti…
“İnsanların zihinleri işgal ediliyor, bir yıkım var ve yeni bir toplum inşa ediliyor” saptaması sonrasında “Sömürge politikalarına karşı sanatla nasıl mücadele edilebilir” sorusuna yanıt arandı.
***
Ressam Nilgün Güney farklı bir yerden yaklaştı meseleye…
“Bir baskı var üzerimizde, doğrudur; ancak kendimiz de kırıp dökmeye, yok etmeye hevesliyiz.”
Helvacısını özlüyor mahallesinde Nilgün öğretmen… Tenekecisini özlüyor… Bizi biz yapan kültürünü özlüyor ama dünya da değişiyor.
“Kahve” denince “Americano” isteniyor şimdi üstelik de “buzlu.”
“Tüm bu değişim içinde yerel ve kültürel mesleklerin yaşaması için destek verilmesi gerekirdi, bunların tümünün yerine cafe açtığınız zaman bir kültürü yine öldürüyorsunuz. Bunun ismi dönüşüm olmaz. Dünyanın başka meydanlarındaki yabancı bir kültürü buraya kopyaladığınız zaman belki bir bölge yeniden canlanıyor ancak bunu özenle yapmazsanız bir kültür de ölüyor.”
***
Müzisyen Okan Ersan ise tümüyle farklı düşünüyor, bir kültürü yaşatmanın yolunun, onu evrensel anlamda yorumlamaktan geçtiğini söylüyor.
“Sanatımı evrensel ölçüde yıllardır yapıyorum, herhangi bir baskı da görmedim” diyor Okan Ersan…
“Kendi kültürümüz” içine hapsolmaktan da rahatsız Okan…
“Kendi” kavramanın sınırlayıcı olduğunu düşünüyor, “derinlikten, estetikten uzaklaştırıyor insanları…”
Haksız da değil tümüyle…
“Keşke ülke, sınır, devlet olmasaydı” da diyor samimiyetle…
Bugünkü koşullarda sanata dünyadan bakmayı öneriyor.
Sitem ediyor: “Müdahale var, doğrudur ancak kendi içimizde birbirimize yönelik yaşadığımız müdahaleler de ayrıca konuşulmalıdır.”
Bir örnek verdi, Okan Ersan…
Düşündürücü…
“Adamızda büyük işletmeler tarafından Türkiye’den sanatçılar tercih edilir diye hep şikayet var. O sanatçılar gelmese… Burada popüler müzik yapan çoğu insan, yine o sanatçıların eserlerini çalacaklar… Hiçbir özgün yorum katmadan… O halde taklitleri yerine asılları geliyor diye bu şikayet niye…”
***
Şiirlerini farklı dillerde dünyayla buluşturan genç şair Tuğçe Tekhanlı ise şu saptamayı yaptı, tüm bunların üzerine…
“Kıbrıslı Türkler olarak kendimize inancımızı kaybettiğimizi ve cesaretimizi de yitirdiğimizi düşünüyorum.”
***
Kültürler arası etkileşim ve bütünleşme hep sürecek, insanlık var oldukça… Bu durum, hayatın doğal akışında değil bir hegemonya sonucu yaşanıyorsa, işte o zaman dert var. İsyanımız bu dayatmaya ve baskıya sanırım… Kendi kimliğine ve değerlerine yabancılaşıyor Kıbrıs’ın kuzeyi… Türkiyeleşiyor! Ada yarısı giderek Türkiye’nin bir laboratuvarına dönüşüyor. Bu hakikati değiştiremedikçe ada insanı daha da yitiriyor cesaretini…
_________________________________
Yeni bir “kazanılmış” haksızlık
Kamuda, siyasi ve sendikal elitlerin flörtüyle yeni bir eşitsizliğin, adaletsizliğin, verimsizliğin kapısı aralandı.
“Kamu locası”nda hizmet üretmek ya da toplumun hayatını kolaylaştırmak değil “maaş” ve “terfi” tek amaca dönüştü.
Şimdi gündeme alınan yeni bir yasa önerisi ile yeterlilik değil yandaşlık kutsandı yeniden… Yeni bir “kazanılmış haksızlık” üretiyor statüko…
Pek tabii bu “haksızlık” da yoksulun, hayat pahalılığına karşın korumasız ve güvencesiz özel sektör çalışanının, esnafın ve kamuda hakkıyla istihdam edilen, çalışan, didinen insanın sırtından ve boğazından ödenecek.
Biliyorsunuz “geçici” ismiyle kalıcı istihdam yapmak buralara özgüdür!
Yandaşlıktır çoğu zaman bu istihdamın gizli ismi… Kimin daha yeterli, yetenekli, bilgili, donanımlı olduğuna bakmaksızın “arka kapıdan” işe girmek ve ön kapıdan utanmadan çıkmaktır “geçici” meselesi…
Yüz kızartıcı hükümetler “partilimiz” diyerek alır işe… Sırt sıvazlayıcı sendikal elitler de “çalışanın ne suçu var” diye korur… Statüko böylece sulanır, semirir, büyür.
Şimdi yeni “Yasa Tasarısı” şu!
10 yıl kesintisiz çalışan geçicilere “Üst Kademe” yolu açılacak.
Böylece yarışmasız, sınavsız, münhalsız, ölçüsüz istihdam edilenler “amir” de olacak “müdür” de!
Ama dünyanın en ileri üniversitesinden en güncel bilgilerle donatılmış ve ülkeye gelen birisi, kamuda üst kademeye müracaat edemeyecek çünkü siyasi ve sendikal statüko “yükselme yerlerinin” dışa açılması karşısında dimdik ayakta duracak…
___________________________
Ders kitapları!
“Çağdaş yaklaşımlara uygun, toplumun her kesimine eşit mesafede, çok kültürlü, toplumsal cinsiyet eşitliğine önem veren, kapsayıcı, öğrenenin ihtiyaçlarına göre hazırlanan ders materyalleri üretmek birincil önceliğimizdir” dedi Eğitim Bakanlığı ve ders kitapları ile ilgili yapılan eleştirilerin dikkate alınacağını açıkladı.
Uzun uzun açıklamalar korkutucudur!
Çünkü çok söz içinde asıl anlam kaybolulur.
Kitapların yazarlarından özür dilenmedi, çünkü yazarlardan izinsiz eserlere müdahale edildi.
Sorunlu kitapların “geri çekildiği” de söylenmedi.
“Kamuoyunda ders kitaplarına yapılan eleştiriler dikkate alınmak ve değerlendirilmek üzere not edilmektedir” gibi ortaya karışık bir cümle var.
Not alan kimdir?
Kitapları kim gözden geçirecektir, yeniden?
Bir de…
“Her kesime eşit mesafe” deniyor ya…
Unutulmasın, okullarımızda farklı din ve etnik kimliklerden çocuklar var artık…