Işığı Yanan Ev

"... eğer ‘vicdan’ dediğimiz şey en basit anlamda insanın hiçbir ön hesap yapmadan, kendisi için düşündüğü, hissettiği ve istediği şeyin aynısını bir başkası için de düşünmesi, hissetmesi ve istemesi ise..."

Corona Kıyameti’ni yaşadığımız bu zor günlerde, sadece insan sağlığının değil, insan yaşam kalitesinin de ciddi tehdit altında olduğunu giderek daha çok görüyor ve hissediyoruz. Yaşanan gelişmeler uzun döneme yayılması kuvvetle muhtemel, bir yoksullaşma ve yoksunlaşma sürecini işaret ediyor. Bu durumun ekonomi, siyaset, devlet-toplum-birey ilişkileri düzleminde bir dönüşümü /değişimi zorlayacağı ise yaygın kanaat... Bir başka önemli husus ise bu dönemin birey-toplum ölçeğinde, genel anlamda ‘dayanışma’ olarak nitelenebilecek, çok daha insanî temelli bir ilişki biçimini gerekli kıldığıdır.

Yeridir, anlatmak istiyorum. Gerçek ve ibret verici bir hikâyedir.

70’li yıllarda tıp fakültesinden mezun olan bir genç doktor mecburi hizmetini yerine getirmek üzere Konya’nın bir beldesine tayin edilir. Beldeye vardığı ilk akşam hiç tanımadığı bir evde candan misafir edilir. Ev sahibi yemek hazırlar, hep beraber masaya oturulur, birlikte akşam yemeği yenir, ardından çaylar içilirken samimi bir sohbete girilir. Her şey iyidir güzeldir ama yol yorgunu genç doktor artık yatmak istemekte, ancak ev sakinleri pek oralı olmadıkları için bir türlü ses çıkaramamaktadır. Sohbet uzadıkça uzar, yorgunluktan gözleri kapanmaya başlayan doktor sonunda dayanamaz, yaşlı ev sahibesine utana sıkıla “Anacığım, sizler pek erken yatmıyorsunuz galiba” der. Yaşlı kadın gülümser ve “Hayır geç yatmayız, hatta erken yatarız ama bu akşam beldeye tren gelecek, onun için ayaktayız” diye karşılık verir. Bunun üzerine genç doktor  “Yolcunuz mu var, onu mu bekliyorsunuz?” diye sorar. Yaşlı kadın çok sıradan bir şey söyler gibi şu yanıtı verir: “Hayır evladım, beklediğimiz bir yolcumuz yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. İşte biz, buraların yabancısı biri geldiğinde, darda kalmasın, kapısını çalabileceği ışığı yanan bir ev bulsun diye bekliyoruz.”

Bu hikâyeyi dinlediğimde, bir an için gözlerimi kapayarak bozkırın içinde uzak bir kasabayı, o kasabaya gece gelen bir trende kendimi, o trenden inişimi, nereye gideceğini bilmeyen yabancı halimi ve tedirginliğimi, sonra birden bir can simidi gibi karşıma çıkan ‘ışığı yanan ev’in kapısını çalışımı, o kapıda beliren ve beni içeriye davet eden güler yüzlü insanları, mütevazı bir sofrada giderilen açlığımı ve yol yorgunluğumu, samimi bir muhabbetin yüreğimi kuşatan sıcaklığını hayal etmeye çalıştım... O an içimin ısındığını, gözlerimi açtığımda dünyaya daha bir başka, çok daha umutlu baktığımı hatırlıyorum. İyi de bu insanları zorunlu olmadıkları halde başka insanların derdiyle hemdert eden, onlarla dayanışmaya iten duygu/dürtü neydi? Öyle çok büyük laflara, ideolojik jargon kesmelere, çok bilmiş küçümsemelere hiç gerek yok; eğer ‘vicdan’ dediğimiz şey en basit anlamda insanın hiçbir ön hesap yapmadan, kendisi için düşündüğü, hissettiği ve istediği şeyin aynısını bir başkası için de düşünmesi, hissetmesi ve istemesi ise, bu davranış biçimi vicdanın sesine kulak vermekten başka nasıl açıklanabilir? Bu yüce gönüllülük, insan vicdanının sesi, ahlâkî duyarlılığının tecellisi değil mi?  Müstehzi gülüşleri, çokbilmiş burun kıvırmaları, küçümseyici bakışları karşımda görür gibiyim?

Aşikârdır ki, bireysel anlamda insan tekinin sergilediği/sergileyeceği vicdani/ahlâkî tavırlar, hayata ve dünyaya dâhil, özellikle geniş ölçekli zorlukların ve sorunların yükünü tek başına hafifletecek veya çözüm üretecek biricik seçenek değildir. Ancak şu da vardır, yaşanan sorunların salt büyük ölçekli olması/ya da öyle kabul edilmesi (makro sorunlar) o sorunlara yönelik tek çözüm biçiminin de illa ki büyük ölçekli (makro çözüm) olması gerektiği, daha açık bir biçimde ifade etmek gerekirse salt siyasal/ideolojik (bunu devrim güzellemelerine kadar uzatmak mümkün) ölçekli olması gerektiği demek değildir. Aksine böyle bir algı sorunun küçük ölçekli (hayatın bütün alanlarında ve ilişkilerde mikro sorun) ya da tekil (partiküler) boyutlarını gör(e)memek, haliyle küçük/tekil ölçekli çözümleri (mikro ölçekli ya da bireysel ölçekli) göz ardı etmek, küçümsemektir. Daha açık bir ifadeyle sorunların tümünü büyük soruna tahvil veya havale etmek ve çözümü ancak onun ortadan kalkmasında görmektir ki, böylesi bir yaklaşımın Türkçesi, mevcut sorunu/ sorunları muhayyel bir zamana ertelemek demektir. Bu da özellikle şimdi ve burada yaşanmakta olan sürece, onun ürettiği irili ufaklı sorunlara etkin müdahil olma ve kısmi de olsa (partiküler) çözüm üretme şansını ortadan kaldırmak, bir başka ifadeyle sorunu sürekli kılmak, buna fırsat vermektir.

Burada, günümüz dünyasının inanılmaz bencillik ve riyakârlıklarla malûl insan ilişkileri göz önüne alındığında, yukardaki hikâyede sözü edilen ve neredeyse artık sadece masallarda geçebilecek türden bir saflık ve masumiyet taşıyan davranış biçiminin -ve asıl onu harekete geçiren vicdanın- bugün için bir karşılığı var mıdır acaba sorusu haklı olarak sorulabilir? Ya da şöyle bir soru akla gelebilir: Hayatın her alanında ve her türlü ilişkide kesilen ahkâmlara, yapılan o büyük çözümlemeler ve önermelere, kerameti kendinden menkul iddialara ve akıllara ve dahası ‘öteki’ni iflah olmaz düşman ilân eden, güç ve çıkar çatışması zemininde anlam kazanan siyasete, zalim sömürü düzenine ‘vicdanın/ahlâkın sesi’yle ayar vermek,  mümkün olabilir mi ya da ne kadar mümkün olabilir?   

Sorular çoğaltılabilir, endişelerde haklılık payı da olabilir. Ancak öyle olsa da özellikle içinde yaşadığımız bu sancılı süreçte (ve de sonrasında), ağır mağduriyet yaşayan ve sayıları giderek artan kesimlerin ‘destek ve dayanışma’ taleplerini salt siyasete/siyasetin kurumlarına havale etmek, o kadarla yetinerek kayıtsız kalmak mümkün olabilir mi? (Daha dün hükümetin özgür medyaya yönelik aldığı, akabinde ise geri çektiği ‘imha kararı’ vesilesiyle, ciddi mağduriyet içinde olan medya çalışanlarının kamuoyuna yönelik ‘destek ve dayanışma’ talepleri ve de bunun toplumda karşılık bulmasıyla yaşanan anlamlı deneyim, en çok o vicdanî /ahlâkî duyarlılığın ifadesi değil miydi ve bu az şey miydi) .

Reel politika ve ekonomik determinizmle sınırlı akıllar, ‘vicdan/ahlâk’ı bir sıkımlık canı olan bir sözcük;  mücadele ruhunu öldüren afyon, son kertede güçlü olanın gücüne güç katan zayıflık hali olarak küçümseyebilir. Ancak ne söylenirse söylesin, şimdilerde sırf büyük laflar sarf etmekle yetinmek, kerameti kendinden menkul jargonlar kesmek, bilinmez zamanlara ertelenmiş zafer naraları atmak, küçük ölçekli (mikro) mücadele biçimlerini küçümsemek, siyaseten de vicdanen/ahlâken de büyük gaflettir. Kurum olarak siyaset ve ekonomi gereklidir ve önemlidir, ancak her şey olmaları bir yana, siyasetin bölen ve çatıştıran, ekonominin geniş kesimleri küçük bir azınlığa mahkûm eden adaletsiz bir düzenin nedeni olarak işlevsellik kazandıkları durumlarda onları sorunun kendisi haline getirir.

Özellikle corona virüsünün yaşattığı ve halen yaşatmakta olduğu dramatik süreç, hayatın her alanında insandan insana daha çok yüreklere dokunan, derdi olanın derdiyle hemdert olacak, aç olanla ekmeğini paylaşacak, toplumsal dayanışma ruhunu pekiştirecek vicdani/ahlâki yaklaşımları zorunlu kılmaktadır. Bunun içindir ki hiçbir karşılık beklemeyen, gösterişten ve debdebeden uzak, vicdan/ahlâk sahiplerinin ayakta olduğu, karanlığın ortasında bir şefkat ve dayanışma yuvası olarak öne çıkan “ışığı yanan ev”lere, hem bugünkü sorunları aşmada hem de daha iyi yaşanabilir bir gelecek inşa etmede, fazlasıyla ihtiyaç vardır.

Şimdi bir an için, örneklerine giderek daha çok şahit olduğumuz ve daha da olacağımız yoksullaşma ve yoksunlaşma sürecinde, çaresizliğin, geçim sıkıntısının, yaşam kaygısının bir kâbus gibi üzerinize çöktüğü bir karanlığın ortasında kaldığınızı düşünün ve sonra karşınızda birden size kucak açan, içinde derdinizi ve aşını sizinle paylaşmaya hazır insanların olduğu ‘ışığı yanan bir ev’ çıktığını hayal edin; sonra alın bu hayalinizi, bir adım daha atın ve bu kez sizin kendinizin karanlıklar içinde dertleri olan, çaresizlik içinde kıvranan insanlara ‘ışığı yanan ev’inizin kapılarını açtığınız biçiminde daha da büyütün. Sonra arkanıza yaslanın ve burada ya da başka yerde bir kâbus olarak üzerimize çöken karanlığın içinde bir bir ‘ışığı yanan ev’lerin çoğaldığını düşünün.

Bütün bunlar az şey midir?  

 

    

 

 

 

 

Özel Haber Haberleri