Oyuncağımız yoktu. Yokluk zamanları. Kendimiz yapardık oyuncaklarımızı. Oyuncağımız yoksa da sokaklarımız vardı. Sokaklar çocuktu. Çocuklarını yitirdi o sokaklar. Çatışmalarda, savaşlarda, göçlerde; isimlerini yitirdi, kimliklerini. Çocuklarını arayan sokaklar var şimdi. Anılarını arayan sokaklar... Berberini, kahvecisini, çörekçisini, helvacısını arayan... Kokusunu, kimliğini, belleğini… İskemlelerini, kapı önü muhabbetlerini, mis kokan teneke saksılarını, çalgısını, tınısını...
Sokaklar yarıldı, ayrıştı, küflendi, çürüdü, dilsizleşti. Şimdi birbirinden renkli oyuncaklar var; oyuncakların çocuklarını yitirdiği sokaklar… Seslerin insanlarını, yaşların gözlerini, gülüşlerin dudaklarını, sözlerin ağızlarını yitirdiği... Yurtsuz, kimliksiz, yaralı... Şimdi o sokaklarda birbirinin geçmişini bilmeyen, birbirini tanımayan insanlar var. Ötekinin acısını umursamayan, ne oldum delisi, birbirini ezerek koşuşan insanlar…
Şimdi vicdanını yitirmiş, kurtarıcısından kurtulmaya iç çeken sokaklar var!
…
Bu ülkenin sokakları bir başkadır. Bir ucundan Lüzinyan girer, ötekinden Venedik çıkarsınız. Müslüman evlerini hurma, Ermeni evlerini çam, Ortodoks evlerini de servi ağaçlarından tanırsınız. Rüzgârın taşıdığı tohumlarla döllenmiş avlularda, hurma ağacı büyüten bir papaza ya da hahama rastlasanız, şaşırmazsınız. Osmanlı’ya ilişir bir yanınız, bir yanınız İngilize. Elensiniz, Ermenisiniz, Maronitsiniz, Arapsınız, Türksünüz...
…
Bu yurdun tarihi; işitilmeyen çığlıkların, umursanmayan özlemlerin, yorgun evlerin, yaşlı gözlerin, yaslı sokakların, yüzleşilmeyen acıların, toprağından sökülmüş köklerin, yaralı bir gündoğumunda kırlaşan saçların, içimize devrilen kapıların tarihidir. En çok da annelerin sustuğu bir tarihtir. Annelerin sustuğu, hıncın bağırdığı bir tarih. Coğrafyanın dilsizleştiği, milliyetçiliğin köpürdüğü bir tarih. Samimiyetin silikleştiği, fırsatçılığın şerbetlendiği bir tarih. Sahiciliğin cılızlaştığı, bencilliğin canavarlaştığı bir tarih.
* (Fotoğraf: Erol Uysal)
Gitmek kimi zaman kaçmaktır, kimi zaman varmak
Gitmek kimi zaman kaçmaktır, kimi zaman varmak. Uzaklaşır insan giderken, yakınlaşır bazen ve nasıl olursa olur işte. Nereden ve nasıl gittiğinize ya da nereye ve nasıl varacağınıza göre değişebilir.
“Şimdi uzağa mı gidiyorum ben, yakına mı?”
Ne tuhaf soru!
“Şimdi uzakta mıyım ben, yakında mı?”
Ne kolay yer değiştiriyor bazen karşıtlıklar.
Hangisi benim evim, bilmiyorum ya da hangisine evim demeliyim?
“Geldiğim yoksa kaçtığım mı, yaşadığım yoksa kovulduğum mu?”
…
İnsan nereye giderse gitsin tüm yaşanmışlıklarını koynunda taşır. Hayat boyu önyargılar biriktiririz. Korkular belleğimizin bir yerinde uykudadır ve en küçük tıkırtıda uyanır. İnsanlara çarparız. Kimilerini hiç tanımadığımız halde sevmeyiz örneğin. “Niçin sevmiyorsun,” deseler, söyleyecek sözümüz olmaz. Kimi güzel insanları daha tanımadan kaybeder, kimilerini önce sever, sonra tanırız. Üstelik tanımadan sevdiğimiz o insanlar bazen kalbimizde büyük kırıklar bırakır. Kendi sesimizi dahi işitemez oluruz. Çoğu zaman yalnızca sezgilerimize, deneyimlerimize ve yürek yıkıntılarımıza göre sınıflarız onları. Keşke korkularımızın esiri olmasak ve yeni insanlara fırsat tanısak, sabır göstersek, biraz dinlesek, derinlerine inebilsek, daha çok hissetsek ve yaşasak...
* (Fotoğraf: Yıltan Taşçı)
Bir ülkemiz var, bir ülkemiz yok
“İnsanın insana yapabileceği ne kadar kötülük varsa, bunu yaşadık,” demişti bir arkadaşım.
“O kadar da değil,” diyerek araya girmiştim.
Tamam biliyorum, birbirimize kötü davrandığımız zamanlar oldu. Ama tarih boyunca hep böyle değildi. Çok uzun seneler iyiydik. Tarihi kendi kanının aktığı yerde başlatıyor nedense herkes. Israrla acıları hatırladık, nefreti çoğalttık. Kin tuttuk. Hınç büyüttük. Çok daha büyük zulümler gördü dünya, acılar içti, kanla yıkadı yüzünü. Yaktılar insanları, bir parça odunu mangala atar gibi gaz odalarına attılar, zehirlediler. Milyonlarca ölseler de onlar yüzleşmesini, affetmesini, yeniden birleşmesini bildiler. Biz kendi yasımızı çok uzattık.
“Tanrı beterinden saklasın kızım,” derdi, Rena Teyze hayatta olsaydı. Elbette yaşanan acıları görmezden gelemem. Pek çok anne evladını toprağa verdi, kayıp kocasını, babasını, kardeşini bekledi onlarcası. Kendi ölülerini hesapladı durdu iki yarımız. Kendi cinayetlerine göz yumdu. Tümü hepimizin kaybıydı, ortak acımızdı, bunu anlayamadık. Tümü ortak katillerimizdi, tümü içimizden çıktı.
Ne hasretini duyduğumuz bir geçmişimiz var şimdi ne de ellerimizde büyüttüğümüz bir gelecek. Geçmiş çöktü, yıkıntıların altında kaldık. Geleceği kuramıyoruz. Onca mühimmat ve kolordu arasında kayboluyoruz. Ne yana dönsek, ötesine yürümek yasak. Savaş mağduru kentlerin enkazı içinde yarım kalmış merdivenler gibiyiz. Basamaklar boşluğa çıkıyor. Gidecek yerimiz yok. Bir ülkemiz var, bir ülkemiz yok. Coğrafya ve tarih bunu hazmetmiyor. Her yer, hiçbir yere dönüşüyor giderek.
* (Fotoğraf: Erol Uysal)
“Salıncak” adlı romanımdan alıntılar yaptım. İyi Pazarlar. (cm)