Koral Özen
koralozen@yahoo.com
“Tatil için gittiğiniz yerde, öğleyin dükkanlar kapanıyor ve satıcılar öğle uykusu /siesta için evlerine gidiyorsa, siz hangi ülkeye tatile gitmişsinizdir?” Bazı yarışma programlarında bu tür sorular sorulduğuna muhtemelen şahit olmuşsunuzdur.
“Diğer insanları, sürekli olarak potansiyel bir tehlike olarak algılayıp düşman görmeye, ya da aşağılamaya dayanan bir ötekileştirme ile kendine övgü edebiyatı geliştirilerek, kendi dünyasına kapalı, politik tarih ezberlemelerine odaklı, değişmek ve yenilenmek için değil, inatla değişmemek için çalışan, tutucu bir kısır döngünün içerisinde yaşıyorsanız siz nerede yaşıyor olabilirsiniz?” gibi bir soruya vereceğiniz cevap ne olurdu peki? …Kıbrıs… Geçmişin, çatışmalarla yoğrulduğu bu adada, o geçmişin bugünü haklı çıkarmaya yarayacak bir unsur olarak sistemin içinde yer alması, egemenlerin asla vazgeçmeyecekleri bir siyasi tavırdır. Bunun ilk adımını da okullar üzerinden ve tarih kitapları ile yapmaktadırlar. Mekân ve zaman fark etmeden… Yıllardır.
Bu model ile tarih, birleştirici ve farklılıklara saygı yerine, bölen, farklı olana hoşgörüsüz ve seçkinlerin oluşturduğu bir anlayış ifade etmektedir. Bu gerici anlayış için geçmiş, en büyük kahramanlık veya en büyük acıların yaşandığı yerdir. Ve siz onların kamusal bir alana dönüştürdükleri çerçeveye müdahil olmaya kalkıştığınız anda, çok yönlü bir saldırıya uğrama tehlikesi ile karşı karşıyasınız demektir. Onların yarattığı ve toplumun da inandırıldığı o geçmişte, öldürmek; yani sebebi ne olursa olsun, bir insanın en temel insan hakkına doğrudan müdahale ve yaşamı sonlandırma, meşrulaştırılmıştır. “Öldürenler kahramandır”. Kimin kahramanıdır ama? Ve öldüreni kahraman olarak sunan bu düşünce sistematiği içerisinde öldürmek “vatan” gibi kutsallaştırılmış bir kılıfla kutsanırken, mesela “düşman” kadınlara karşı yapılanların konuşulmasının ortaya çıkardığı tepki ve ret politikasını anlamlandırmak çok kolay gelmiyor insana. Öldürdüğünüz “erkek düşmanlar” kadar, tecavüz ettiğiniz “kadın düşmanlar” onur vermiyor mu yoksa size? Ve bu ne nereye kadar?
Savaşın verdiği zararı, yıkımı ve tükettiği yaşamları düşünmeden ve düşündürtmeden, güç ve iktidar hırsıyla her şeyi kullanan, kendini her defasında daha da güçlenerek bir daha yaratan otorite, acısını unutmamış ve içinde her gün tekrar yaşayan toplumların ve insanların onca acıdan sonra huzur ortamına duyduğu ihtiyacı görmezden gelerek, “kutsal savaş”, “vatan” ve “namus” naraları atarak, kendini de tekrar etmeye devam ediyor. Hem de binlerce yıldan beri. Oysa susmuş ve susturulmuş, acısını, korkusunu, kaybını ve şiddetini içinde yaşayan toplumların huzura kavuşması ve iyileşmesi, ancak konuşarak, birbirine içindeki acıları anlatarak, birbirinin acısını duyarak, dinleyerek ve gerçekleri haykırarak mümkün olur.
“Öteki” diye bir şey yoktur. “Ötekileştirilmiş” insanlar vardır. “Sen”, “ben”, “biz”, “onlar” diye taraf tutup ulaşılmaz gerçeklere. Bu sessiz adada, çığlık çığlığa yaşanan acıları, içlerinde, geceleri kendi kendine ağlayarak anlatan binlerce kalp var. Gözlerinde, saklı binlerce kelime ve acıyı anlatacak cümleler olduğu çok belli insanlar var bu adada. Erkekler var… Kadınlar var… Sadece cepheyi, kahramanlığı ve göçü anlatan değil, ölümü, açlığı, çocuklarını korumak için yapılan insanüstü cesareti, fedakârlığı, tecavüzü, korkuyu ve utancı anlatmayı bekleyen... İsteyen ve istemeyen… Her şey var bu gözlerde.
Anlatılmıyorsa, yaşanmamış olduğu için değildir. Anlatılmıyorsa, gerçek olmadığı için değildir. Kapalı kutular gibi mühürlü bazı ağızların susmasının nedenini bulmak çok kolay değildir ama onlarca nedenin içinde konuşarak bir daha alenen yaşamak yerine yaşananı, gecenin sessizliğine ve sessiz çığlıklara gömme kabul etmişliğidir çoğu zaman bu suskunluğun nedeni.
Onlar, bu yükü içlerinde taşıyarak mezara taşımayı ve bu şekilde huzur bulmayı kabullendiler belki ama yaşanmışlıklar açığa çıkmadıkça, konuşulmadıkça, tanınmadıkça geçmişimiz huzur bulmaz, bulamaz... Yükselen cesur sesler taşlansa da, gerçeğin peşinden gitmeyi engelleyen bir kişi de olsa, bin kişi de olsa, vazgeçilmeyecek, vazgeçilmemeli. Affedilse de affedilemese de, mühürlü ağızlar artık açılmalı, toplumlar karşılıklı konuşup, acılar ortaklaşmalıdır. Kim bilir, belki de birbirini en iyi anlayıp, ağlamak için dayanacak en doğru omuzu aynı acıyı yaşayan insanlar kimlik kartlarına bakmadan birbirlerinde bulacaklar, birbirlerinin elini tutacaklardır.
“Unutamam be kızım… Hiç gulaklarımdan gitmez çığlıkları gomuşumun. ‘gel kurtar beni, gellllll... Bilirim evdesin… Gellll…’ Gidemezdim… Gorkardım askerlerden, açamazdım kapımı. Ağlaya ağlaya çığlıkları kesilsin diye beklerdim senelerdir aynı sabaha pencere açdığım yaşlı gomuşumun. Askerlerin gelmesine sevinemeden içim yandı gızım... Köye askerler geldi, goruyacaklar bizi, gurtulduk sandım. Meğer başka azap başladı. Bilemediydim böylesini ben. Gomuşularıma böyle işkenceler yaşadacaklarını düşünemediydim ben. Yaşlı genç fark etmeyceğini...”
Bu sözler Kıbrıslı Türk yaşlı bir kadının anlatısından. Geçmişine gömülmüş, çok derinlere gömülmüş. Vicdan azabını susturmaya çalışan bir kadının, torununa ağlayarak anlattıklarından küçük bir bölüm sadece. Ve bunları anlatmaya zorlansa da yaşlı kadın, artık taşıyamayacağı ağırlık yüzünden belki en yakını olarak gördüğü, belki anlattıklarıyla kendisine zarar vermeyeceğine inandığı torununa döküyor yıllardır içinde, en derinlerde sakladıklarını… Anlatamamak belki de vicdanıyla hesaplaşmanın zorluğundan aslında. Yardım çığlıklarına karşılık veremediği komşusu için kendi kendini tüketmesinden yıllardır. Konuşamamasından. İyileşememesinden… Bu acıyı dindirmek, senelerce yaşanan vicdan azabını dindirmek, ancak ötekileşmeyen komşuyla mümkündür.
Vicdan azabından, utançtan susan ve geçmişi acılarla dolu bir adada yaşıyoruz. Böyle bir yerde inkâr ederek değil, gerçekleri öğrenmeye ve affetmeye çalışarak yapıcı adımlar atılabilir ancak. Gerçekler, beğenmediğimiz gibidir diye, iftira değildir. Gerçekler duymak istemediğimiz şekilde gerçekleşti diye, yalan değildir. Tek masum biz değiliz, tek kurban da. “Onlar” diye birileri mutlak olmak zorunda değil. Bir kahramanlık kitabı yazmak zorunda değiliz okullarda çocuklarımız için. Düşmana ihtiyacımız yok tarihi çocuklarımıza sevdirip, sahiplendirmek için. Kahraman olmasanız da sahip çıkılır geçmişe, birini öldürmeden daha çok sevilir tarih.
Birilerinin acısı, başka birinin kahramanlığıdır hep. Biz bunu yap-ma-ya-ca-ğız. Nokta!