İstanbul için “reklam” vakti…

Bugünün insanı elindeki akıllı telefonlar ve televizyon ile öylesine manipüle edilmiş ve körleşmeye başlamış durumda ki, bırakın seçme özgürlüğünü gerçekliğin ayrımına varması bile mümkün görünmüyor.

Seçkin Tercan

tercans@yahoo.com

 

Şehirlerde boşlukların sevilmediği bir yüzyılda yaşıyoruz. Boşluklar anlamsız hatta tehdit ögesi olarak görülüyor. Şehirlerin ya da devletlerin yöneticileri, boşlukları günümüz toplumlarının suni ihtiyaçları ile hızlıca doldurup taşırıyor. Bu ihtiyaçlar gelişmişliğin göstergesi gibi hatta zengin ülkelerin çehresinin bir yansıması gibi sunuluyor. İstanbul da gelişmekte olan ekonomilerin dünyadaki tipik örneklerinden bir tanesi. Yok olan ormanlar, kaybolan meydanlar, kontrolsüz yapılaşma İstanbul insanı için sıradan hale geldi ve bu durum şehrin kaldırabileceğinin ötesine çoktan geçti. Bir döneme damgasını vurmuş ‘taşı toprağı altın şehir’ benzetmesi ‘taşı toprağı reklam panolarıyla kaplı şehir’ haline dönüştü. Reklam panolarıyla şehir halkını yönlendirmek ve alım gücü olmayanları da özendirerek tüketimin her türlüsüne zemin hazırlamak öncelikli görevi bu panoların. Şehirde hemen her yere iliştirilen ve çevre düzeni açısından önemsenmeyen bir reklam curcunası halihazırda sıkıntılı olan doku ve estetiği iyice beter hale soktu 

Bazı şehirlerde boşluklar otoriteye karşı bir araya gelebilecek kalabalıklara alanlar oluşturabileceği için tehlikeli görülüyor. Ayrıca bu alanların kontrol dışı kalması erk olanın kurduğu tahakkümü zedeleyebiliyor. Ancak aynı zamanda bu boşluklar şehirli bireyleri para harcama kültürüne yaklaştırmak için mühim düzlemler olarak değerlendirilebiliyor. Tüketim kültürü açısından incelediğimizde bu reklam alanları her yerde her zaman karşımıza çıkmalı ki ziyadesiyle büyülenelim ve ülkenin geliştiğini de hissedelim (!)

Pazarlama zihniyetine göre binaların üzerine giydirilen reklam görselleri ne kadar geniş bir yüzey kaplarsa o kadar etkileyici olacağı için şehir boşlukları reklamlarla yeniden ve yeniden düzenlenerek her defasında başka bir markaya hizmet etmek üzere şekilleniyor. John Berger’in “Görme Biçimleri” kitabında bahsettiği gibi bunca reklam arasında seçme özgürlüğü yaşadığını hisseden toplumlar tam bir demokrasi yanılsamasının girdabında dönüp dururlar. Yaşadıkları yegâne seçme özgürlüğü hangi ürünü hangi kampanya ile satın alacakları kadar olur. Oysa bugünün insanı elindeki akıllı telefonlar ve televizyon ile öylesine manipüle edilmiş ve körleşmeye başlamış durumda ki, bırakın seçme özgürlüğünü gerçekliğin ayrımına varması bile mümkün görünmüyor. Yine Berger’in ifade ettiği bir başka olgu ise reklamların bireyleri yetersiz hissetme duygusuna sevk etmek için önemli etkenlerdir birisi olmasıdır. Günümüz koşullarında özellikle bilişim teknolojisi bu alanın lokomotifi gibi duruyor. Elimizdeki telefon yeterli olsa bile bir süre sonra size zorunlu bir yazılım yenileme servisi ya da yeni bir kullanım komutu geldiğinde ister istemez yetersiz bir araca sahip olduğunuz hissettiriliyor. Tüm bu detaylar görsel reklam düzenlemeleri ile de pekiştiriliyor. Şehirlerdeki duvarlar, binaların üzerleri ve yolların kenarları bu işlevi yerine getiriyor.

Açık hava reklam panoları şehrin parazitleri, mimarinin ise asalakları olarak düşünülebilir. Mimari yapıların üzerindeki reklam sorununa iyi bir örnek Taksim meydanına bakan AKM'nin cephesidir. Kimi zaman televizyon reklamlarına kimi zamanda siyasi propaganda aracına dönüşen bu yapı uzun yıllar sanata hizmet vermiş bir binayken bugün sanatın yapısal bazı özelliklerini kullanarak tüccarlara hizmet veren reklamcıların ticari alanına dönüşmüş durumda. AKM bir AVM’ye dönüşmeden önce şehrin en büyük reklam panosu oldu bile. Şehir yönetiminin hakkını vermek gerek, neticede bir nevi toplumsal hizmet mevcut (!)

Öte yandan tarihi geçmişi olan İstanbul için yeni bir mimarı dil çok da mümkün görünmüyor. Eklektik olmanın ötesinde ne olduğu belirsiz yapılar bütünü şehri işgal ediyor. Her şey bir yana İstanbul'daki çarpık kentleşme reklam sorunun önüne geçmiş durumda. Şehrin kısmen korunabilmiş tek yeşil alanı olan kuzey ormanları da artık yollar ve yeni yapılarla kaplanmış halde. Şehir yönetimi ise otoyol kenarlarına diktiği çiçekleri yeşillerdirme çalışması olarak sunuyor.

Maslak’ta yükselen gökdelenler boğazdan tüm çirkinliğiyle göze görünürken şimdi de cam gövdelerine yerleştirlen reklamlar nedeniyle geçip giden gemilerin ilgisini çeker hale geldi. Bunu bir trajedi olarak görmemek elde değil. Sanki yakında boğazın her iki yakası şehirlerarası yol gibi reklamlarla kaplanacak. Dolmabahçe Sarayı’nın arkasında yükselen “Gökkafes” isimli yapı şehrin bozulmaya devam eden yüzünün en çirkin ögelerinden biri. Son yıllarda alınan karar ise akıl karıştırıcı; bu çirkin binanın ‘bir utanç anıtı’ olarak ayakta durması! 90’lı yılların şehircilik mücadelesinin temsili haline gelen Park Otel ise gayet çirkin ihtişamıyla karşımıza dikildi bile. Şehirlerde yaratılan görsel kirliliği gelişmişlik ilkesi gibi algılayan yeni nesiller, reklam ve inşaat kültürünü benimsemenin ötesinde vazgeçilmezliğine inanmış durumda. 

İstanbul gittikçe reklam panolarıyla, tabelalarla ve kontrolsüz bir yapılaşmayla estetikten yoksun görsel bir çöküşe doğru yol alıyor. Bir şehir düşünün ki çirkinleşmesi için sadece mimari estetikten yoksun binalarla değil aynı zamanda binlerce reklamla donatılıyor. Ayrıca bu reklam panolarına getirilen ölçütler ve kısıtlamalar estetik endişeyle değil sadece vergi bedelleri üzerinden yapılıyor. Bahsedilenler sadece İstanbul’un değil dünyanın birçok şehrinin de benzer sorunlarıdır. Ne yazık ki yakın bir gelecekte de düzelme emaresi göstermiyor.

Frederic Beigbeder’in reklamcılık üzerine yazdığı kitabı şu cümleyle başlar: ‘Ben size b.ku satan adamım.’ bu bir reklamcının itiraflarını içeren bir romandır. Kapitalizmin gittikçe heybetli hale getirdiği ve dünyanın tüm ülkelerine ulaşmış olan markalar insanoğlu için sanki bir kültürel bağ görevi görmeye başladı. Markaların dünyanın her bir yanında oluşturduğu görsel zinciri çalışmalarına konu edinmiş bir çağdaş sanatçı ise küreselleşmenin bu yönüne ilginç bir şekilde dokunuyor. Bir nevi antropolojik etütler olarak tanımlanabilecek bu fotoğrafik belgelemeler Hollandalı sanatçı Hans Eijkelboom’un bir araya getirdiği dokulardan oluşuyor. Dünyanın farklı şehir merkezlerinde çektiği fotoğrafları bir araya getiren sanatçı esasında tipolojik bir çalışma yapıyor. Oluşturduğu bu dokular markalarla tek tipleşmeye başlayan dünya şehirlerindeki insanları karşımıza çıkarıyor.

Markaların önemli satış dinamiklerinden biri olan reklam panoları, gri tonların hakim olduğu şehirlerde renk oluşturan yegane ögeler olmaya başladı. Bu gri tonların içinden sıyrılan İstanbul Karaköy’deki renkli merdivenler ise 2013 yılında başka bir tartışma konusu oldu. Renklere tahammül edemeyen yönetimin farklı olanla savaşının temsili olan merdivenler hızlıca griye boyandı. ‘Duvarlar ve yollar her yer olsun gri, sadece reklam panoları kalsın geriye renkli’ şeklinde bir şiirsel yaklaşımla eleştirilebilir bu karar. Tüm bu tespitlerle amaç karanlık bir tablo çizmek olmamalı, ancak bugünün Türkiyesi ve Ortadoğu coğrafyasında farklı olana biçilen değer, reklam sektörüne verilenden çok daha düşük seviyede gibi görünüyor. Oysa alışveriş kültürünü zenginleştirmek yerine toplumsal yapıdaki kültürel renkliliği geliştirmek öncelik olmalı.

Peki, reklam panoları ve alanlarının olmadığı bir şehir hayal etmek mümkün mü? Belki 18. yüzyılda böyle bir ihtimal mevcuttu ama bugünün dünyasında çok zor görünüyor. Fakat 21. yüzyılda bu konuda ilginç bir örnek karşımıza çıkabilmekte; Eylül 2006'da Brezilya'nın Sao Paulo şehir belediyesi reklamsız ve logosuz şehir uygulamasına geçtiğini duyurdu. Sıkı bir anarşist olarak karşımıza çıkan belediye başkanı Gilberto Kassab uygulamaya 'Temiz Şehir Hukuku' ismini vermiş ve Sao Paulo'da hiçbir reklam panosuna, marka logosuna izin verilmeyecek şekilde şehrin alanları tekrar düzenlenmiş. Günümüz dünyasının gidişatını düşününce esasında fena halde fantastik bir uygulamadan bahsediliyor. Fakat 2006'dan bu yana uygulanabilmiş olması diğer şehirler için de bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Sao Paulo'yu izleyen başka dünya şehirleri olmuş ancak çoğunlukla limitli bir tavır sergiledikleri görülüyor. O nedenle Sao Paulo'nun radikal çıkışı hala tüm özgünlüğüyle iyi bir örnek olarak değerlendirilmeli ve dikkate alınmalıdır.  

 

 

 

 

Dergiler Haberleri