Fatma Dalokay
fatdalokay123@gmail.com
İstanbul.
İnsanı insan yapan, zaman zaman insanı insanlıktan çıkaran koskoca, büyüleyici şehir.
Asıl “şehir” bu. İnsanı insanlıktan çıkarır belki ama insanı içinden de çıkarmaz, insanın içinden de çıkmaz kolay kolay. Yahut belki de ben bu büyüye sorgusuzca kapılıp giden sayılı insanlardanım.
Kıbrıs’tan, başkentinin tam ortasından sınır geçen bir adadan kalkıp ortasından deniz geçen bir şehre geldim. Düşünün ki biri, küçücük bir şehirden iki toprak çıkarıyor, diğeriyse iki farklı kıtadaki toprak parçasından bir şehir. Bir diğer benzer yanları ise, ikisi için de yüzyıllarca ne pahasına olursa olsun uğruna savaşılmış olması, hem de aynı insanlar tarafından. Helenlerle Osmanlıların yahut Yunanlılarla Türklerin tarih boyunca asla paylaşamadığı topraklar buraları. Kıbrıs belki de, bizim ellerimizden alınıp da tek “paylaşılmış” olan.
Henüz gelmeden, şehir hakkında yazılıp çizilen bir sürü şey okudum ve işittim. Kıbrıs’tan insanların bana İstanbul’a gideceğim için neredeyse üzüldüğü anlar da oldu ama İstanbul hakkında bilgimiz göründüğünden çok daha kısıtlı. Birine İstanbul dendiğinde, Avrupa Yakasının İstanbul’u geliyor akla. Çok kişi hâkim değil Avrupa Yakası’yla Anadolu Yakası arasında dağlar kadar fark olduğuna. Çoğumuz İstanbul’un sadece bir bölgesinde veya birkaç bölgesinde konaklayıp tüm İstanbul’u bildiğimizi sanıyoruz. Kaldı ki İstanbul bir şehirden fazla tek başına bir ülke gibi adeta.
Avrupa yoğun taraf, kaotik taraf, hayat dolu olan. Anadolu’ysa sakin, çok daha az kalabalık, İstanbul’un bu tarafta uyuyabilmesi mümkün mesela. İlk İstanbul’a gelişimde düşünmüştüm “Ne şehir ama, asla uyumuyor, hep hayat dolu!”; lakin uyuyan tarafları da varmış Anadolu Yakası’nda, şehrin pek de dışında olmayan bölgelerde hem de. Anadolu daha nezih, Avrupa daha karmaşık. Popülasyonlarda bile oldukça farklılık olduğunu söylemek mümkün.
Avrupa’da güvensiz, güvencesiz hissediyor insan biraz. Sayısız insan sürüsü bir anda yürüyor üstünüze ve siz herkese direnç koyup da yolunuzu bir şekilde bulmaya çalışıyorsunuz yabancı olduğunuz bir şehirde. Geçen gün kalabalıktan, doğru metro çıkışını bile bulamayıp iki saat dolandım Şişli’de. Çantalar öne çekiliyor, telefon elde sıkı sıkı tutuluyor, cüzdan çantanın en derinliklerine yerleştiriliyor kalabalıkta. Aslanla çevrelenmiş, tehlikeyi hisseden savunmasız bir zebra gibi insan her an bir yerden bir atak gelecekmişçesine bekliyor adeta.
Tenhası da farklı bir panik yaratıyor, tabii. İnsan tenhayı kalabalığa tercih ediyor. Ne tenha, ne de fazlaca kalabalık yerler de baldan tatlı geliyor. Bazılarında bu güvensizlik daha ağır basıyor ve huzursuzluk kazanıyor iç dünyada. Bense etrafımda gördüklerime aşkla bakmakla meşgulüm genelde. Binlerce insanın içinde hiç olmanın ruha verdiği özgürlük hissi bir yana dursun, o kadar seviyorum ki bu şehrin her detayını! Burada etrafınıza bakınca hayat görüyorsunuz, saf hayat. Etrafta kendini en güzel şekliyle piyasaya sunmak için hazır bekleyenler yok, telefonda gömülü insanlar nadir, kimse kimsenin ne yaptığıyla ilgilenmiyor. Bir sürü hayat en saf ve gerçek hâliyle geçip gidiyor yanımdan ve ben o hayatları kısacık da olsa seyrediyorum. Tek bir kişiye tamamen konsantre olmadan, süzüyorum hayat dolu civarları. Bir yandan da gözüme muazzam yapılar takılıyor. İnsanlardan çok binaları en ince detayına kadar incelemiyor değilim. Dışarıdan hepsi birbirine çokça benzer duruyor olsa da detaylarına indiğinizde buluyorsunuz o ince farklılıkları. İnsanlarla binaların bir ortak özelliği de bu olsa gerek.
Buranın insanı Anadolu’da da olsanız Avrupa’da da olsanız daha farklı. Anadolu Yakası’nda nerelere, ne zaman gideceğini öğrenen de kolay kolay kötü deneyimler edinmez ama bu oyunu kimle oynadığınızı asla aklınızdan çıkartmamalısınız. Burada hayatınıza dokunan her insan böyle vahşi bir yerde hayatta kalmayı deneyimlemiş, size kıyasla gözü daha açık insanlar. Kıbrıs gibi değil burası; para kazanmak da, istediğini almak da o kadar masum yollardan olmuyor. Fakat yaşayarak öğreniyorsun nerelerden ne alacağını, evinde bir şey bozulduğunda kimi arayacağını yahut aldığın her fatura çıkarılamayacak serviste ödemelerini kanıtın bulunsun diye dijital yollarla banka aracılığıyla yapman gerektiğini. Şükürler olsun ki, İstanbul’a sıklıkla gelmiş olan babamdan bunları kötü tecrübelere sahip olmadan öğrendim. Ya da kötü tecrübeler daha ucundan dönülmeyecek zararlara yol açmadan öğrendim, diyelim. Lakin bir talihsizlik sonucu oldukça zorlu zamanlar da geçirdim.
Ayaklarının üstünde durmayı öğrenmek için de tam bu yüzden çok uygun bir şehir İstanbul. Bazı şehirlerde ayaklarının üstünde durmak sadece kendi işlerini halledebilmekten ibaret dahi olsa, burada kesinlikle daha fazlası.
Bu şehir her gözden farklı. Bir çift göz cennet görür, bir çift göz cehennem. Buradaki halk ikisini de görüyor, cehenneminde yanıyor ama cennetine de sıkı sıkı sarılıyor. Ne de olsa bir yurt, yurtsuzluktan evlâdır.
Burası size cenneti de cehennemi de aynı anda yaşatır. Bu ikileme verilebilecek en mutabık emsal ise kanaatimce Fatih’tir. Fatih yıllar içinde nüfus içeriği değişip çeşitlenmiş bir ilçe. Bu sebepten ötürü fazlaca şikayet konusu olmuştur. Bahsettiğim gibi bu ilçeyi ziyarete gelen insanlar genelde hep biraz daha panik ve kaygılıdır. Talihsiz olaylarla karşılaşabilme olasılığınız daha çoktur, diye düşünülür. Lakin Fatih tarihe en gerçek anlamıyla dokunabileceğiniz ve bunu iliklerinize kadar hissedeceğiniz nadir yerlerdendir. Bir yerin geleceğini değiştirebilirsin fakat geçmişini değil. Fatih’in geçmişi öylesine inanılmaz ki! Osmanlı’nın, Bizans’ın, dünyaca ünlü birçok mimarın dokunduğu yerler buraları; havası bile farklı. Bastığınız taşın bile upuzun öyküsü var ve bu öyküyü, o taşa şu an basan insanın kim olduğu değiştiremez. Bu yüzden bu kadar küsmemeli bu şehre; şehrin bir şey kaybettiği yok, küsmek anca aydına zarar. Ha, bu şehirden alabileceğini alıp uçan kuşlara diyecek pek bir sözüm yok. Fakat şehre tamamen küsmek doğru değil, ne de olsa onun bir suçu yok.
Ben de buraya baktığımda karmaşadan, kaostan, güvensizlikten fazlasını görüyorum.
Görebiliyorum diye de mutluyum.
Kıbrıs’ı da ara sıra özlüyorum ama sılayla başa çıkmak o kadar zor gelmiyor bana.
Tabii bazen ailecek yapılan pazar mangallarını, Buğday’da hoş sohbetle içilen kahveleri, sabah gözümü Sandiviççi’nin tostuyla açmayı, akşamlarımı Pine’da oturarak geçirmeyi, aniden çantamı toplayıp denize gitmeyi çekmiyor değil canım. Fakat tek başıma bir yuvam var artık burada. En önemlisi de bir yerleri özlerken olduğum yerin keyfini kaçırmayı hiç istemiyorum doğrusu. Lakin yüksek idealleri olan bir Kıbrıslı olarak göçebe yaşamak kaderimde var gibi geliyor. Ne kötü bir talihsizlik olur, sürekli sılayla yanıp kavrularak mahrum kalmak yeni fırsatlardan. Adamı kadar da sevsem de, kaderimi köreltecek, potansiyelleri göz göre göre öldürecek kadar seviyor muyum hâlâ bilmiyorum. O kadar sevmek kime ve neye fayda, ondan da emin değilim.
Size İstanbul’u ne altın bir tepside sunabilirim, ne de bir çöp kovasında.
Zaten asıl güzelliği de bu.
İstanbul hayat gibi.
Gecesi de var, gündüzü de.
Ben hiç kendimi bu kadar korumak ve kollamak zorundaymışım gibi hissetmedim fakat hiç bu kadar özgür olamadım da.
Bu yüzden İstanbul’a derinden bağlı kalacağım.
Burası melankolik bir şehir.
Derin bakan gözler her köşesinden anlamlar çıkarabilir.
Bu anlamların istemsiz arayışında biri olarak burada hayatla tanışmayı seviyorum.